AKP iktidara geldikten hemen sonra, Başbakanlık Müsteşarlığı’na atanan Ömer Dinçer’e hazırlatılan (daha doğrusu AKP’yi iktidar yapma karşılığı AB tarafından dayatılan) “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma Projesi”nde yer alan:
• Kuvvet Komutanlarını Milli Savunma Bakanına bağlama,
• Harp Okullarını ve Askeri Liseleri kapatma,
• Yerel yönetimlere (Belediyelere): a) Kanun çıkarma, b) Vergi toplama, c) Okulları ve eğitim müfredatını ayarlama yetkisi tanıma gibi oldukça tehlikeli ve tahripçi kanunların hem de kararnamelerle peşpeşe çıkarılması; ve dönemin Başbakanı Sn. R. T. Erdoğan’ın “Bu reformları bastıra bastıra değil alıştıra alıştıra yapalım!..” diyen GKB Hilmi Özkök’e yazdığı mektupta: “AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartına ve AB vizyonuna uygun yapıldığını” yani Dış güçlerce dayatıldığını itiraf buyurdukları bu tasarıların 15 Temmuz kalkışmasının bastırılmasından hemen sonra yürürlüğe konması, haklı olarak kafaları karıştırmış ve “acaba?!”ları artırmıştı.
Sn. Erdoğan’ın, dönemin GKB Hilmi Özkök’ün 21 Haziran 2004 tarihli “ivedi ve gizli” mektubundaki bazı endişe ve tavsiyelere cevap olarak gönderdiği mektubundaki ifade ve itiraflara göre:
• TSK’nın yapısı ta o zaman AB’nin dayattığı yasa kapsamında değiştirilecekti, ama itirazlar üzerine geçici olarak geri çekilmiş ve işte 15 Temmuz başarısız darbe girişimi beklenmişti.
• Asıl Hedef olarak, Haçlı gâvurların Türkiye’yi parçalama hesabı gereği dayatılan “Yerel yönetimlere özerklik şartı” bundan sonra mı gündeme gelecekti?
• Bu ani değişim ve düzenlemeler, milli ve yerli hazırlıklar olmayıp, dış kaynaklı ve Erbakan’ı yıkıp Erdoğan’ı iktidara taşıma karşılığı projeler miydi?
• Öyle ise, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası değişim ve düzenlemelere, Batılı dostlarımızın güya karşı çıkıyor şaklabanlıkları ve iktidar figüranlarımızın sırıtan ve cıvık kahramanlıkları, yoksa çok önceden tasarlanıp sahneye koyulan bir senaryonun gereği miydi?
Batı’nın adamı ve AKP’nin akıl danesi Prof. Dr. Ömer Dinçer’in “Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor?” kitabını okuyunca bu gizli ve kirli gerçekler daha net anlaşılmaktaydı.
Ömer Dinçer, kitabının 154 ve 155. sayfalarında:
“24 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantısında askeri kanadın Fetullah Gülen’in sinsi ve tehlikeli faaliyetlerine yönelik tedbirler alınması yolunda alınan tavsiye kararının Sn. Başbakan’ca dosyaya kaldırıldığını ve Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılmadığını” büyük bir kahramanlık gibi anlatarak, Rahmetli Erbakan’ın aynı konuda gerekli tutarlılığı ortaya koyamadığını hatırlatıp, bir nevi “kahramanlık taslarken hırsızlığını anlatan Çingene” durumuna düşüyor ve “zavallı zırto!”luklarını ilan ve itiraf ediyorlardı. Çünkü Erbakan Hoca FETÖ’cülerin fitne hesaplarını ve ABD ile hıyanet ittifaklarını ta o zaman sezip tavır alırken, ucuz kahramanlarınız uyuz dindarlık edebiyatıyla uğraşıyorlardı.
Yeri gelmişken önemine binaen ve özellikle vurgulayalım ki; Erbakan Hoca’nın hazırlattığı ve bizim olgunlaştırıp kitaplaştırdığımız tek milli, ilmi ve insani sistem projesi olan Adil Düzen’deki “Bölge Valilikleri ve Belediyelerin Sorumluluk Yüklenmeleri” ile Haçlı Batı’nın Kürdistan’ı kurmak ve Türkiye’yi parçalamak için dayattığı, AKP iktidarının da diyet borcu olarak uyguladığı “AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” ilk bakışta birbirine yakın projeler sanılsa da, aslında tamamen farklı ve aykırı plan ve programlardı. Ancak asla unutulmasın ki gâvurların ve işbirlikçi figüranların bir hesabı varsa, elbette Allah’ın da bir hesabı vardı; onların şeytani amaçlı hazırlıklarını tersine çevirip Rahmani sonuçlara vesile kılacaktı. Zira Allah’ın va’adi haktı ve hiçbir güç O’nun takdirine engel olamazdı!..
Evet, çok sinsi, tehlikeli, stratejik hamleli ve oldukça çetrefilli bir satranç oynanıyordu. Satranç masası Türkiye oluyor, yani tüm şeytani hedefler ve hamleler Türkiye üzerine tezgâhlanıyordu. Masanın bir başında Sn. ERDOĞAN, karşısında FETULLAH bulunuyordu. İlk bakışta ve düz mantıkla bu tarihi ve tehlikeli satrancın FETULLAH’la ERDOĞAN arasında oynandığı görülüyor ve halk böyle inanıyordu. Oysa ne Erdoğan, ne Fetullah hiç Satranç bilmiyordu. Onlar sadece beşinci sınıf senaryo figürü ve sahne aktörü olarak orada tutuluyordu. Biraz daha dikkatle bakanlar, her iki aktöre de tiyo veren ve hamle öğütleyen danışmanları görüyordu. Daha dikkatli olanlar, her iki tarafın danışmanlarına da aynı odakların yön ve akıl verdiğini fark ediyordu. Sayıları az da olsa, cin fikirli ve geniş perspektifli kişiler, bu danışmanları CIA ve MOSSAD’ın ve onların yerli elemanlarının yönettiğini anlıyordu. Bunların bazıları CIA’nın ABD’nin, MOSSAD’ın ise İsrail’in “ÜST AKLI” olduğunu da biliyordu. Yoksa Erbakan Hoca’nın benzetmesiyle: “At yarışı spikeri gibi, sadece oluşan sonuçları aktarmak ve hava atmak” dışında, gelişen olayların perde arkasından ve hedeflenen sonuçlarından asla haberi olmayanları ciddiye alanlar haliyle sürekli aldanıyordu!
Ancak; bu ABD (AB dahil) ve İsrail’in de arkasında, Gizli Dünya Devleti’nin Siyonist Hükümeti olan YAHUDİ LOBİLERİNİN ve küresel sömürü sermayesini elinde tutan ROTHSCHİLD ve ROCKEFELLER gibi 13 ailenin bulunduğunu ve bizzat ŞEYTAN’ın-DECCAL’ın talimatıyla yola koyulduğunu bilen, sezen ve bunları dile getiren pek az kimseye rastlanıyordu. Hem Rahmani cephede, hem Şeytani cephede bu gerçeğin farkında olan ve olaylara bu pencereden bakan az sayıdaki insanlar da hep komploculukla suçlanıyordu.
AKP’nin bütün “geri adımları”, stratejik atılımlar olarak takdim ediliyordu!
Darbe girişimi sonrası, daha önce küfürleştikleri ve karşılıklı olmaz hakaretler ettikleri Barolar Başkanı Metin Feyzioğlu Aksaray’da ağırlanıp birbirlerine iltifatlar yağdırılıyor… “Fırsattan istifade her şeyi satıyorlar” diye tepki gösterilen özelleştirme hamlesinden vazgeçiliyor… Özellikle HDP’nin şiddetle itiraz ettiği belediyelere kayyum atanmasıyla ilgili düzenleme askıya alınıyor… Yöre halkının şiddetle itiraz ettiği Hakkâri ve Şırnak’ın ilçe yapılması planı erteleniyor… Rektörlük seçimlerini ortadan kaldıracak ve Cumhurbaşkanı’nın tayinine bırakacak girişimden geri adım atılıyor… Hatta Akşam yazarı ve AKP milletvekili Ermeni vatandaşımız Markar Esayan “Erdoğan’ın Ülke Liderliği” başlığını atarak (20.08.2016) Koca Reis’in, Dünya Liderliği’ni bile geri plana itiyor… Ve nihayet tarihi (ve tabi rol gereği) One Minute çıkışından geri adım atılarak; bozulan İsrail ilişkilerini düzeltmek ve normalleşme hatırına dindar kahramanlarımız Siyonist ve işgalci terörist İsrail’le yüz karası anlaşmayı imzalayıp Meclis’ten geçiriyordu!?
Solcuların salak takımı, Sn. Cumhurbaşkanı’nın Metin Feyzioğlu’na ihtimamlarını ve Barolar Başkanı’nın Erdoğan’a iltifatlarını rüya sanıyor… İslamcıların ahmak sınıfı ise hülya zannediyor, yandaş ve yalama ilahiyat Profları, yamuklaşmış köşe yazarları ve tarikat hocaları bu melanet ve hıyanete bile nice mazeret ve kerametler uyduruyor ve Şeytan’ı bile kendilerine güldürüyordu!
Bu anlaşma ile İsrail hukuki ve cezai sorumluluktan muaf tutuluyordu!
Türkiye ve İsrail, diğer tarafa veya diğer taraf adına davrananlara; hukuki veya başka bir sorumluluk yüklemeye kalkışamayacağı ve bu anlayışın, taraflardan herhangi birinin ya da taraflar adına hareket edenlerin cezai veya hukuki sorumluluğu kabul ettiği veya üstlendiği şeklinde yorumlanmayacağı hususlarında mutabık kalınıyordu!? Anlaşma, İsrail’in, İsrail adına hareket edenlerin ve İsrail vatandaşlarının, Türkiye Cumhuriyeti veya Türk gerçek veya tüzel kişileri tarafından Mavi Marmara hadisesiyle ilgili kendilerine yönelik doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’de yapılmış veya yapılacak her türlü hukuki ya da cezai talebe ilişkin her türlü sorumluluktan tamamen muaf tutulmalarını sağlıyordu!? Herhangi bir Türk gerçek veya tüzel kişisi tarafından veya bu kişiler adına, İsrail Hükümeti veya gerçek veya tüzel kişilerine karşı herhangi bir para talebi öne sürülmesi veya taleplerin sürdürülmesi halinde, yukarıdaki hükümlere bakılmaksızın, İsrail Hükümeti, onun adına hareket edenler veya İsrail vatandaşlarının tüm kayıpları, masrafları, hasarları ve harcamaları Türk Hükümeti tarafından karşılanacağı resmiyet kazanıyordu!
Ve işte bu zillet ve Siyonizm’e teslimiyet Anlaşması bile “Tarihi uzlaşma adımı ve sorumlu dış politika duyarlılığı” olarak topluma takdim ediliyor ve sefihler-beyinsizler güruhunca takdirle karşılanıyordu!
“Muhafazakâr ve milliyetçi medyaya düşen görev: “Türkiye İsrail ilişkilerine “Müslüman – Musevi” ayrımı değil, “menfaat birliği” penceresinden bakılması gerekliliğini okurları ve izleyicilerine özenle anlatmaktır” diyen Murat Yakup gibileri (herhâlde Sabataist Yahudilerdendi) AKP’nin İsrail’le işbirliğini alkışlamaktaydı. Bu bilge geçinen beyinsize göre; %99’u ‘Müslüman’ olan Türk halkının din ve mezhep duygularını ön plana çıkararak dış politika yapılamazdı. Bütün bu saydığım ülkelerin aralarındaki ilişkileri, din birliğine değil çıkar birliği esasına dayanırdı. Şunu soranlara da cevabımız vardı: “Madem öyle, (Sn. Cumhurbaşkanı) İsrail ile ilişkileri neden bozmuştu?..” Unutmayınız ki: İsrail ile olan sürtüşme İsrail halkının dini sebebiyle yaşanmamıştı. İsrail devletini yönetenlerin pervasız, akıl ve ahlâk dışı tutumu yüzünden ilişkilerimiz askıya alınmıştı. İsrail Devletini yönetenlerin Filistin halkı üzerinde uyguladıkları şiddet ve cinayetler yüzünden ortam gerginleşip bu noktalara varmıştı. İsrail Devletini yönetenler yanlışlarını anlayıp özür dileyince aradaki buzlar da erimeye başlamıştı!.. Şimdi… En çok da muhafazakâr medyaya ve siyasetçilere düşen görev şu: Türkiye İsrail ilişkilerine “Müslüman-Musevi” ayrımı değil, “menfaat birliği” penceresinden bakılması gerekliliğini okurları ve izleyicilerine özenle anlatmaktı” diye zırvalayan Murat Yakup’a hatırlatmak lazımdı:
Bizde Vatan’la İslam, Millet’le Kur’an, Devlet’le iman birbirinden ayrılmazdı. Her zaman ve her halükârda, Vatan’ın bağımsızlığı ile İslam’ın bağlayıcı esasları; Aziz halkımızın huzur kaynağı ile Kur’an’ımızın kutsal kuralları hep aynıydı ve asla çatışmazdı. Kur’an’ımıza ve imanımıza aykırı bir girişim, insanımızın ve Vatan’ımızın çıkarlarına da aykırıydı. Ey utanmaz adamlar, PKK’nın da, FETÖ yapılanmasının da, yani Türkiye’yi parçalama çabalarının arkasında hep ABD-AB ve İsrail bulunduğunu bilmemeniz imkânsızdı. Öyleyse sizin gibiler ancak Şeytan’ın borazanıydı!..
Bu arada bazılarının hemen inkâr ve itiraza kalkışacağı bir öngörümüzü de yeri gelmişken okurlarımızla paylaşalım… Bütün bu gelişmelerin ardından Sn. Erdoğan işgalci ve Siyonist İsrail’i resmen ziyaret ederse, şahsen biz hiç şaşırmayacağız… Kim bilir belki de önümüzdeki Eylül (2016) ayında ve sonrasında Sn. Cumhurbaşkanının tarihi İsrail ziyaretini tartışacağız ve yandaş yazar ve ilahiyatçılardan bu teslimiyetle ilgili ne keramet ve hikmetler duyacağız!.. Siyonist Joe Biden’ın Ankara ziyaretinde, bu konunun konuşulup ayarlandığını da herhâlde o zaman anlayacağız!
Emre Kongar gibileri: “15 Temmuz’u kimler ve niçin önlüyordu?” şeklindeki soruları neden gündeme taşıyordu?
AKP iktidarının müthiş bir “algı operasyonu” uzmanı olduğunu biliyoruz: Bir yandan Erdoğan, her an her yerde olan sesi ve görüntüsüyle… Öte yandan AKP’nin yönetici kadroları ve yandaş gazeteciler, televizyoncular… Olayları, süreçleri ve hatta tarihi, olduğu gibi değil, kendi algıladıkları, yorumladıkları, daha doğrusu olmasını istedikleri gibi yansıtıyorlardı. “15 Temmuz kalkışmasını” kim, ya da ne önlüyordu? Halk mı? Medya mı? Yıldırım mı? Erdoğan mı? Meclis mi? Muhalefet partileri mi? Türk Silahlı Kuvvetleri mi? Polis mi? AKP’li seçmenler mi? Kalkışmacıların güçsüzlükleri ve beceriksizlikleri mi? Demokrasi inancı mı? Meşruiyet duygusu mu? Olaylar ve süreç zaten herkesin gözü önünde yaşanıyordu. Ayrıca o gece olup bitenler ve kalkışmacıların ifadeleri de medyaya bütün ayrıntılarıyla yansımış bulunuyordu.
“Kalkışmayı” daha baştan başarısız kılan, en önemli eylem, (FETÖ’cü hainlerin) ilk harekât olarak gecenin saat 10’unda, herkes ayaktayken, Boğaz Köprüsü’nün tek yönlü trafiğe kapatılması ve bütün ülkeye “askeri darbe oluyor” diye medya yoluyla alarm verilmesi gösteriliyordu. Peki, bugün artık bir ilkokul öğrencisinin bile olayın “ciddiyetsizliği” ve “beceriksizliği” için kanıt olarak öne sürdüğü bu eylem, yani kalkışmacıları başarısızlığa mahkûm eden bu harekât, bütün ülkeye “askeri darbe oluyor” mesajını niçin erkenden veriliyordu? “Kalkışmacılar”, böyle bir harekât başlayınca, AKP’yi ve Erdoğan’ı otoriterleşmekle eleştiren sivil ve asker kesimlerin, darbe girişimine destek verecekleri gibi bir hayale kapılıyordu… AKP’yi ve Erdoğan’ı otoriterleşmekle eleştiren geniş muhalif kesimler, bu eleştirilerini “Demokrasiye inandıkları” için yaptıklarından dolayı, tümüyle Demokrasiye aykırı olan “gayri meşru” bir askeri darbeye halkımız haklı olarak elbette destek vermiyordu!… Aynı gerçek, kalkışmayı asıl önleyen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ana gövdesi ve komuta kademesi için de geçerli sayılıyordu. (Kalkışmayı asıl önleyen vurucu öğe, hiç kuşkusuz Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ana gövdesinin ve komuta kademesinin buna karşı koymasıydı. Yoksa… Allah korusun!) Artık iyice anlaşılmıştır ki, “kalkışmacılar”, komuta kademesini ve ana gövdeyi harekât başladıktan sonra ikna etmeye çalışıyor, ama başarılı olamıyordu!”
İlker Başbuğ’un “ABD; Fetullahçı örgütün tasfiyesini mi arzuluyordu?..” sorusu üzerinde durmak gerekiyordu!
İlker Başbuğ CNN Türk’te: “Fetullah Gülen grubunu darbeye iten istihbarat unsurları, bu darbenin başarısız olacağını biliyordu… Ama Fetullahçılar ise kendilerinin başarılı olabileceklerini düşünüyor, ya da bu kalkışmayı kendileri açısından son çare olarak görüyordu” ifade veya itirafları tarihi bir önem taşıyordu.
Dış odaklara göre; dünyadaki olaylar istihbarat örgütlerinin inisiyatifinde cereyan ediyordu; Fetullahçılar da bu güçleri arkalarına aldıklarından; kendilerini yapacakları hukuksuzluklar konusunda ‘güvende’ hissediyordu… Oysa istihbarat servisleri; ilişkide oldukları elemanları, örgütleri ‘çıkar’ ilişkisi temelinde barındırıyor, ‘Çıkar’ ilişkisinin süresinin dolduğu veya bozulduğu dönemlerde; “var olan ilişki de nitelik değiştiriyor ve kiralık elemanlar ve yapılar gözden çıkarılıyordu. Fetullahçı örgütlenme ABD’nin içinde yürütüldüğünden, darbe girişimlerinden CIA’nın haberdar olmadığını söylemek ahmaklık olurdu. Ancak CIA gibi bir istihbarat örgütü ve genel anlamda ABD’yi, Fetullahçı örgütlenmeyle temas halindeki CIA istihbarat elemanları yönetmiyordu. Onlar “görevlerini” yaparken, başka bir üst akıl başka bir politikayı yürürlüğe sokuyordu. Fetullah’çı örgütün iddialarıyla hapis yatan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ; “Fetullahçıların darbe girişiminde bulunurken, başarılı olacaklarını zannettiklerini, ancak onları teşvik eder görünen istihbarat teşkilatının (CIA’yi kastediyor), darbe girişiminin başarısız olacağını başından beri bildiğini” söylüyordu. Evet, Başbuğ’un değerlendirmesi ‘kurmay’ bir değerlendirme olarak tarihe geçiyordu. Amerika Birleşik Devletleri; Mısır’da Sisi için verdiği sınırsız desteği, bu darbe girişimi için vermiyordu.
Başbuğ’un sözlerinden; başından beri kastettiğimiz çok önemli bir gerçek daha ortaya çıkıyordu: “CIA; eğer İlker Başbuğ’un dediği gibi; Fetullahçı darbe girişiminin başarısız olacağını baştan biliyorsa; bu durumda; darbe girişimine karşı çıkmayarak; Fetullahçı yapının tasfiyesini istemiş oluyordu” tespitleri üzerinde durmak gerekiyordu. Tabi bunun diğer bir anlamı da; ABD bu darbe tehdidiyle AKP’yi hizaya sokmak ve İsrail’le barışa zorlamak istiyor ve başarıyordu!
Bu yöndeki tespit ve tahliller; köklü güçlü ve öngörülü Devlet kurumunun ve Ordu’muzun derin tahmin ve tedbirlerini göz ardı etmek ve küçümsemek gibi marazlı ve maksatlı bir tavrı yansıtsa da, içeriğinde bazı gizemli gerçekleri de barındırıyordu!
Evet, 15 Temmuz’dan ibret almak ve sağlıklı dersler çıkartmak için perde arkasını bilmek lazımdı. Bunun içinse ayrıntılı tahliller yapmak, tıpkı ağır bir kazadan kurtulan yaralının nasıl her yanına bakılıyorsa, o titizlikle araştırmalı ve anlamaya çalışılmalıydı.
15 Temmuz’da 3 ana unsur göze çarpmaktaydı: 1- Sızmanın derinliği, 2- Darbenin şiddeti, 3- Direnişin genişliği.
1- Sızmanın derinliği: Sadece hükümet değil, muhalefet de, A&G araştırmasına göre toplumun yüzde 88’i de bu darbenin arkasında Fetullah Gülen’in bulunduğuna inanmaktaydı ve somut veriler de vardı. (Ama bunların çoğu CIA’’ye gözden kaçırma ve ABD’yi aklama amaçlıydı) Örneğin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın kaçırılması ardından Akıncı üssündeki tuğgeneral tarafından “kanaat önderleri” Gülen ile telefonla görüştürülmek istendiği yolunda ifadesi vardı. 1970’lerde sözde “ılımlı İslam” teşvikiyle (ve Erbakan’a alternatif üretme gayesiyle) yola çıkan Gülen ve ekibinin 1980’lerde Turgut Özal döneminden başlayarak sadece askeri liseler yoluyla orduya değil, milli eğitime, adalete ve polise eleman yerleştirmeye başladığı anlaşılmıştı. Bu elemanların kademelerde yükselerek korunması sadece Süleyman Demirel’den Bülent Ecevit’e, Tansu Çiller’den Recep T. Erdoğan’a kadar (Sadece Erbakan hariç) her dönem siyasi koruma bulmalarıyla sınırlı kalmamış, kendilerini sağlama almaya çalışmışlardı. Bu nedenle girdikleri her kurumda adli müşavirlik, personel dairesi ve teftiş kurulu gibi kendi elemanlarının yükselmesine, rakiplerinin ise tasfiyesine imkân verecek önemli birimlere sahip olmuşlardı.
2- Darbenin şiddeti: Ülkemizde daha önce yaşanan üç askeri darbenin hiçbirinde sivil halkın üzerine ateş açılmamıştı. Hatta darbeci subayların sivil halka ateş açmayı reddeden kendi emrindeki askerleri öldürdüğüne şahit olunmuştu. Türk Ordusunun bir binbaşısı, yerde can çekişen astsubayın nabzını kontrol edip kafasına kurşun sıkmıştı, bu savaşta düşmana bile yapılmayacak bir vahşet manzarasıydı. Eli kolu bağlı tutulan polis müdürünü başından kurşunlamışlardı.
3- Direnişin genişliği: Darbecilerin şiddetine halktan beklenmedik yaygınlık ve kararlılıkta direniş başlamıştı. Bütün siyasi partilerin daha girişimi duyar duymaz “amasız, fakatsız” tepki koymalarıyla halkımız milli iradesine cesaretle sahip çıkmıştı. AKP İstanbul İl Başkanı bile Haliç kenarında demlenen insanların ellerinde içki şişeleriyle darbeci askerlerin karşısına dikildiğinden duyduğu hayreti aktarmıştı. Meclis bombalar altındayken, başka hiçbir konuda birleşemeyen vekiller oradan ayrılmamış, hatta o anda orada olmayanlar da Meclis’e koşup birlikte çalışmışlardı. 7 Ağustos’ta İstanbul Yenikapı’da üç parti liderinin de konuştuğu mitinge 3 milyon kişi katılmıştı. Darbecilerin belki de hiç hesaba katmadıkları şeyin darbe girişimine bu yaygınlıkta bir direnişin ortaya konmasıydı” diyen yazarın:
“Bu anlayış havası ne kadar devam edip bu heyecan diri kalacaktır? Bu hava Türkiye’deki demokrasinin kalitesini yükseltme yönünde bir sonuç doğuracak mıdır? Bunlar henüz yanıtını bulamamış, belki cevaplanmak için çok erken sorulardır” şeklinde umutsuzluk, hatta huzursuzluk aşılayan sorularla kafaları karıştırması ne amaçlıydı? En azından yapıcı ve yatıştırıcı bir yaklaşım sayılmazdı!
Evet, İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın, istihbarat faaliyetlerinde 7 bin çalışanın 6 bin 500’ünün FETÖ örgütüne bağlı olduğunu açıklaması korkunç bir tezgâhı ortaya koyduğu kadar, iktidarın bunca yıl bu tahribatlara niçin ve nasıl göz yumdukları sorusunu da gündeme taşımaktaydı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı’nın FETÖ’den gözaltına alınması ve diğer çocuklarının ve yakın kadrolarının bu şebekeye katıldıklarının anlaşılması çok büyük bir kuşatmayı hatırlatmaktaydı.
FETÖ generali Tuğgeneral Salih Kırhan’ın Mardin Nusaybin’de 60 askerin ölümüyle sonuçlanan kan donduran ihaneti ortaya çıkıyordu.
Bir dönem Nusaybin’deki terör operasyonlarına komutanlık yapan, şimdi ise darbe girişiminden tutuklanan Tuğgeneral Salih Kırhan’ın o dönem askerleri bile bile ölüme gönderdiği tespit edilmiş bulunmaktaydı. Akşam’ın haberine göre, Mardin Nusaybin’de terör örgütü PKK’lılara yönelik yürütülen operasyonlarda sadece 2 ayda, teröristlerin EYP ile tuzakladığı sokaklara zırhlı araçlar yerine Kırhan’ın emriyle yaya gönderen 60 asker şehit oldu. Bölgeden şikâyetler artınca Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar’ın bölgede inceleme yapmasının ardından operasyonu Tunceli’den gelen Tuğgeneral Levent Ergün devralmış, bu değişimin ardından yaklaşık 2 hafta sonra Nusaybin teröristlerden arındırılmıştı.
Bu arada, elbette Gülen kadrolarına askeri ve sivil bürokraside büyük yer açan AKP’nin günahları çok ağırdı. Ama TSK’nın da büyük sorumlulukları vardı. Onların da şöyle bir özeleştiri yapmaları lazımdı. “Bir yandan bu milletin dini inançlarını, hayat tarzını, manevi duyarlılıklarını, horlamaları, yasak koymaları, FETÖ tipi yapılanmalara mazeret ve zemin hazırlamıştı. FETÖ yapılanmasına TSK içinde göz yummakla eleştirilen eski Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in “millet hepimizi affetsin” itirafı anlamlıydı ve çok geç kalınmıştı.
Eğer siz, inancından dolayı hanımı türban takan, namaz kılan, Kur’an okuyan, babası sakallı olarak lojmanlara uğrayan subaylarımızı takip ve tazyike kalkışırsanız; Masonların güdümündeki Büyük Kulüp’e iç hizmet kanunlarına göre yasak olmasına rağmen, üye olanlara iltifat edip imtiyaz tanırken, Cuma Namazı için camiye ve memlekette izinde bulunduğunda Mevlide ve dini sohbete katılanlara hakaretle yaklaşırsanız, FETÖ benzeri din istismarcılarının ve dış düşmanların bu haksızlık ve yanlışları Ordumuz ve Yurdumuz aleyhine kullanacakları hesaba katılmalıydı!
Cemil Çiçek’in: “Hepimizin günahı var, bizimki %90” itirafı
Eski TBMM Başkanı Cemil Çiçek, FETÖ’nün devlette yapılanmasında 1970’lerden beri herkesin günahı olduğunu belirterek, “Belki bizim günahımız yüzde 90 ama unutmayın yüzde 1 de zehirlemek için yeterli” diyen Cemil Çiçek günah çıkarmaya çalışmaktaydı. TBMM kulisindeki sohbetinde, FETÖ soruşturma süreci ve darbe girişimiyle ilgili konuşan, Çiçek “Cemaatin yurtdışında para vererek yaptığı lobiciliğin zararlarını 17-25 Aralık soruşturmasının ardından yaşadıklarımızla biz de gördük. TBMM Başkanıyken, 2015’de Ermeni tasarıları konusunda görüşmeler yapmak için Kanada ve ABD’ye ziyaretler düzenledim. Muhataplarımızla ve siyasilerle görüşmeler ayarladık. O dönem oradaki büyükelçilik mensuplarımız bize, cemaatin Türkiye aleyhine yaptığı lobi faaliyetlerini anlattılar. ‘Sayın başkan, ABD başkanı ülkenin yararına bir konu olsa, 100 senatörün yarısından bile imza alamaz, ama cemaat en az 73 senatörün imzasını alır’ dediğini aktarmıştı.
“Görüşme yapmak için randevulaştığımız siyasileri bizden önce ziyaret edip, Türkiye ve Türk hükümeti aleyhine doldurduklarını öğrendik. Bir kısmını da bizden sonra ziyaret ettiklerini saptadık. Orada Think-Thank kuruluşlarının organizasyonlarına katılıp, bu konuda görüşlerimizi aktarmak istedik. Türkiye’de güç kaybetmeye başladıkça, yurt dışındaki lobi faaliyetlerini arttırdılar. Tüm terör örgütleri kendilerine yurt dışında destek bulmak için bu yöntemi kullanırlar. Bunlar da aynı şeyi yaptılar. Bunu yaparken kurdukları dernekleri, vakıfları, üniversiteleri ve gazetecileri kullandılar. Para akışları da bunlar üzerinden bağış adı altında yapılmaktaydı” diyen AKP’li Cemil Çiçek’e sormak lazımdı: Haydi önceleri saftınız, kandırıldınız!.. Peki bu anlattıklarına bizzat şahit olduktan sonra niye üzerlerine varmadınız? Çünkü Sizler de, güçlü olandan yanaydınız, ABD’nin yüce himayesini kaçırmaktan korkardınız ve hatta FETÖ darbesi başarıya ulaşsaydı (Allah korudu) şimdi Fetullah Gülen’in kerametlerini sayacak, elini öpmek için kapısına koşacaktınız!
Ey AKP iktidarı ve Aziz halkımız!
Asıl tehdit ve azılı düşman Fetullah’tan öte Amerika’dır ve artık fiilen Türkiye’ye savaş açmıştır!
ABD Suriye Kürt bölgesine resmen devlet muamelesi yapmaktaydı!
Pentagon, Esad’ın hava saldırıları sonrası PYD bölgesindeki Kürtler için Haseke’ye uçak gönderdiğini açıklamıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Savunma Bakanlığı, Rojava’nın Haseke kentine savaş uçakları gönderdiklerini doğrulamıştır. Esad güçlerinin iki gündür Kürt güçlerini havadan vurmasına ABD’nin tepkisi herkesi şaşırtmıştır.
İncirlik, başımızın belasıydı!
FETÖ/PDY terör örgütünün 15 Temmuz darbe girişiminin ardından başlayan, ‘İncirlik Üssü’ndeki nükleer silahların güvende olup olmadığı’ ile ilgili tartışma, bu üste nükleer silah bulunup bulunmadığı sorusunu da gündeme taşımıştı. ABD Hava Kuvvetleri Sekreteri Deborah Lee James’in yaptığı, ‘Nükleer silahlar İncirlik’te güvende’ açıklamasıyla, İncirlik Üssü’nde nükleer silahlar bulunduğu resmen doğrulanmıştı. 1954’te kurulan İncirlik Üssü’nde nükleer silah bulunduğuna ilişkin yıllardır çeşitli yabancı kurumlar, uzmanlar ve referans alınabilen yayınlarda bilgiler yer almasına karşın ne ABD, ne de Türk yetkili makamlarından ‘Var’ ya da ‘Yok’ diye resmi hiçbir açıklama yapılmamıştı. Aralık 2010’da yayınlanan WikiLeaks belgelerinde İncirlik’te nükleer silah bulunduğuna ilişkin kuvvetli belgelere rastlanırken, Hiroşima’ya atılanların 21 katı etkili B-61 nükleer bomba bulunduğu anlaşılmıştı. ABD’nin İncirlik Üssü’nde toplam nükleer silah varlığının üçte birini bulundurduğu, içinde hidrojen bombaları da olduğu çeşitli kaynaklar tarafından yayınlanmıştı. İşgalci NATO kapsamında bu silahların İncirlik’te bulundurulduğu kaydedilirken, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından silahların “güvenliği” tartışma konusu olmuş, ABD’li yetkilinin yaptığı açıklama, bu konudaki şüpheleri de sonlandırmıştı. Unutmayınız ki, zaten bu atom bombaları herhangi bir çatışma durumunda Türkiye’ye karşı kullanılacaktı.
Siyonist yazarların şımarık küstahlığı: “Türkiye artık müttefikimiz değil” açıklamaları!
Erdoğan ile Putin’in görüşmesinden sonra ABD basını, bölgedeki hava saldırılarını İncirlik üssünden yapılıp yapılmaması konusunda yeni bir tartışma başlatmıştı. Wall Street Journal gazetesi yazarlarından Yahudi asıllı Steven Cook, Türkiye ile ABD ilişkilerinin Erbakan’ın 1974 Kıbrıs çıkarması ve 2003 Irak işgali sonrasındaki en kötü dönem olduğunu hatırlatıp “Darbe girişiminde ABD’yi suçlayan Türkiye’nin İncirlik tehdidine karşı, ABD ordusu yeni misyonlar aramaktadır. Erdoğan’ın ABD’nin askeri üslere girişini yasaklama ihtimaline karşı Kıbrıs, Ürdün ve Irak’taki Kürt bölgesindeki hava sahalarını kullanarak ihtiyatlı kalınmalıdır” ifadelerini kullanmıştı. Adana’da bulunan İncirlik üslerinin stratejik önemine vurgu yapan Cook, yeni dönemde ABD ile Türkiye’nin aynı değer ve çıkarları paylaşmadığını vurgulayarak “ABD’nin yeni müttefikler arama zamanı gelmiştir” vurgusunu yapmıştı. ABD’li yetkililerin Erdoğan’a ‘tutarsız’ dediğini de öne süren Cook, yeni dönemde iki devletin Suriye konusunda daha az işbirliği yapacağını hatırlatmıştı.
Bu süreçte ABD basını, darbe girişimi ile birlikte İncirlik askeri üssündeki nükleer silahların güvenliğinin tehlikeye girdiğini belirterek, bu silahların Türkiye’den ihraç edilip edilmemesiyle ilgili bir tartışma başlatmıştı. ABD merkezli yayın yapan düşünce kuruluşu Foreing Policy’de bir yazı kaleme alan Jeffrey Lewis de silahların güvende olmadığını iddia ettiği yazısında, “Bu yılbaşında ABD Savunma Bakanlığı, İncirlik üssündeki askerlerin ailelerini ABD’ye tahliye etti. Bunun ardından Nisan ayında, üsse giren birkaç kişi ABD askerlerinin başına çuval geçirmek istedi. Bütün bunlar, nükleer silahların bir kilometre ötesinde meydana geldi. Öte yandan Türkiye’deki güvenliğimiz ciddi anlamda kötüye gitmektedir. ABD’li yetkililer darbeye destek vermekle suçlanır hale gelmiştir” demişti. Lewis ayrıca, “ABD’ye ait nükleer silahlar İncirlik üssünde yer altındaki kasalarda saklanıyor” vurgusunu yapmıştı.
The New Yorker Dergisi ise; NATO ülkelerindeki uçaklardan alınan atom bombalarının bir bölümünün İncirlik üssünde bulunduğunu, NATO’da kural olduğu üzere bu nükleer silahların güvenliğinin ABD tarafından değil, bulundukları ülkenin askerleri tarafından sağlandığını hatırlatmıştı. İncirlik’in Türk komutanının darbe girişimi suçlamasıyla tutuklandığına vurgu yapılan haberde, bu durumun nükleer bombaların güvenliği konusunda endişe doğurduğu vurgulanmıştı.
“Amerika Türkiye’yi kuşatıyor! PYD’ye derhal müdahale edilmeli…” uyarısı yapan yandaş Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül haklıydı ve sahip çıkılmalıydı!
“Doğruyu, gerçeği bütün açıklığı ile ortaya koymak zorundayız. Ne kadar acı verici olsa da, ne kadar büyük tehdit ve tehlikeler taşısa da, ne kadar moralimizi bozsa da bizim için gerçeği bilmekten daha önemli bir savunma kalkanı hiçbir zaman olmayacaktır. Türkiye, tarihinin en ciddi tehditleriyle yüzleşiyor, ülkemiz, içeriden ve dışarıdan saldırı altındadır. Bunu gizlemenin, yokmuş gibi davranmanın artık bir anlamı da, imkânı da kalmamıştır. Bu aşamadan sonra süslü cümlelerin arkasına sığınıp, entelektüel patinaj yaparak bir tür körleştirme operasyonuna zemin hazırlamak, söz konusu saldırılara ortak olmakla eş anlamlıdır.”
ABD ve Avrupa Türkiye’ye resmen savaş açmıştır!
Tehlike çok büyüktür; ülkemizin ve milletimizin bir geleceği olup olamayacağı ile alakalıdır. Yeni tehditlerden, saldırılardan kastettiğim, dar anlamda terör ya da bir başka ülke ile siyasi krizlerin tetiklediği iç güvenlik sorunlarıyla sınırlı bir durum değildir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana ilk kez doğrudan iç savaş ve işgale uğramakla tehdit edilmektedir. Tehdit, açıkça, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde Türkiye’nin müttefiklerinden gelmektedir. Tehdit doğrudan Washington merkezlidir, Brüksel merkezlidir.
Coğrafyanın haritasını yeniden çizmeye çalışanlardan, Birinci Dünya Savaşı sonrası bölgesel statükoyu belirleyen güçlerin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme planından kaynaklanmaktadır. 15 Temmuz Türkiye’yi işgal kalkışmasıydı. Ülkemizi ABD ve Avrupa vesayetinden kurtarıp ilk kez bağımsız, özgür, kendisi ve coğrafyasıyla barışmış halde yeniden kurma hedefimizi ebediyen yok etme, diz çöktürüp rehin alma saldırısıydı. Bizleri Anadolu’ya hapsetme, ardından da beş parçaya ayırma planıydı.
FETÖ gibi PYD’nin de beli kırılmalıdır!
Daha ilk günden bu yana Kuzey Koridoru için çağrılar yaptık. İşin vahametini anlatamadık. 15 Temmuz sonrası içeride yapılan temizlik, iç işgalcilere yönelik operasyon kesintisiz devam etmelidir. Ama sınırın diğer tarafına da acil müdahale gerekmektedir. Bugüne kadar FETÖ’nün TSK içindeki teröristleri buna izin vermedi. PYD ile Kandil’le ortak çalıştı ve Türkiye’yi mahvetti. Yüzlerce şehit onların bu kirli ortaklığının kurbanı oldu. Ama artık bu gerçek ortadadır. Türkiye PYD’nin belinin kırılması için ne gerekiyorsa yapmalıdır. Güneydoğu ilçelerinde yürütülen operasyonun benzeri Suriye’nin kuzeyine yapılmalıdır. Çünkü ABD, içeride yapılan operasyonlara misilleme yaparak Suriye’den Türkiye’yi vurmaktadır. Tehditle, şantajla içerideki müttefiklerini kurtarmaya çalışmaktadır. Unutmayın, sınırın hemen dışında bu operasyonu yapamazsanız savaş Türkiye’nin içlerine, Sivas’a kadar gelip dayanacaktır”[1] uyarıları, ciddi ve cesaretli bir tavrı yansıtmaktaydı, milli ve manevi duyarlılık taşıyan vicdanlara tercüman olmaktaydı. Ama bizim ricamız ve rahatsızlığımız, bu onurlu ve sorumlu çıkışlar, sadece halkın havasını almaya ve AKP iktidarını rahatlatıcı palavralar atmaya yönelik olmasındı! Ve hele İsrail’le uzlaşmayı, İran ve Rusya ile yakınlaşmakla eş tutmak akıl tutulması değilse vicdan kararmasıydı!..
Bu arada Türkiye Rusya ve İran yakınlaşması hem lüzumlu hem de olumlu bir adımdı!
ABD’nin ayak diremesi nedeniyle Suriye’nin Azez-Cerablus hattında kurulamayan tampon bölge Rusya-Türkiye-İran diyaloguyla hayata geçirilmiş olacaktı ve böylece mülteci dramı da son bulacaktı!
Tarihi ve talihli bir girişimle başlatılan Rusya ile ‘normalleşme’ süreci, etkisini Suriye konusunda göstermeye başlamıştı. Türkiye’nin Suriye’nin Azez-Cerablus hattında kurulması için ABD ile anlaşamadığı tampon bölge, Rusya, İran ve Türkiye’nin diyaloğuyla hayata geçirilmek üzere olduğu haberleri bizleri umutlandırmıştı. Rusya tarafından hazırlandığı ileri sürülen planda, mültecilerin tampon bölgeye yerleştirilmesine ve Kuzey Suriye’nin IŞİD’den temizlenmesine ilişkin maddelerin yer aldığı konuşulmaktaydı. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a bağlı rejim güçleri, ABD desteğiyle Menbiç’i IŞİD’den kurtardıktan sonra Al- Bab’a harekât düzenlemek üzere askeri konsey kuran YPG liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’ni uçak bombardımanına tutmuşlardı. Bunun üzerine dostumuz(!) Amerika PYD bölgesine uçak gönderme kararı almıştı.
Akşam gazetesinden Mahmut Gürer’in haberine göre, Rusya tarafından 3 adımlı Suriye planı hazırlanmıştı:
ABD’nin “Suriye krizinin çözümü” konusunda takındığı münafık hatta düşmanlık tavrı sürerken, Türkiye-Rusya yakınlaşması olgunlaşmaktaydı. Rusya tarafından hazırlanan 3 adımlı planın ana unsurları arasındaysa şu hususlar yer almaktaydı:
• Kuzey Suriye’de Cerablus ile Azez arasındaki bölge, Türkiye ve Rusya’nın iş birliğiyle IŞİD unsurlarından tamamen temizlenecekti.
• Türkiye’deki sığınmacılar, bu hatta oluşturulacak bölgeye 2 yıl içinde yerleştirilecekti.
• Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması şartıyla “merkezi idaresi güçlü, federatif yönetim” formülü önerilecek ve Suriye’deki etnik ve mezhepsel kimlikleri dışlamayan geçiş sürecine ilişkin takvim belirlenecekti.
Bu arada İran’ın hava üssünü Ruslara açması tarihi bir aşamaydı!
İran Savunma Bakanı Hüseyin Dehgan yaptığı basın toplantısında, Hamedan Hava Üssü’nün Suriye yönetiminin isteği üzerine Ruslara açıldığını açıklamıştı. “İran ve Rusya’nın askeri dayanışmasının sonucunu Suriye’de göreceksiniz” diyen General Dehgan, Tasnim ajansının haberine göre Rus uçaklarının Hamedan üssüne kabulünün, Suriye hükümetinin talebi üzerine “karşılıklı işbirliği ve terörle mücadele” çerçevesinde gerçekleştirildiğini vurgulamıştı. Rusya’nın S-300 füze savunma sistemi yerine S-400 ve Anti-2500 sistemlerini önerdiğini fakat İran’ın bunu kabul etmediğini de hatırlatmıştı. Rusya Suriye’deki El-Nusra ve IŞİD yapılanmasını vurmak için İran Hamedan Hava Üssü’nü kullanmaya başlamıştı.
Suriye politikalarındaki patavatsızlıklar yüzünden olsa gerek ”Ahmet Davutoğlu’nu harcayacaklar” diyen Ahmet Hakan’ın bu rahatsızlığı acaba nereden kaynaklanmaktaydı? ”Başımıza gelen birçok şey Suriye politikasındandı. Başkaları da öyle ama biz de geçerli bir politika ortaya koyamadık” itirafında bulunan Numan Kurtulmuş gibileri bari bundan sonra keşke duyarlı ve tutarlı davransalardı!..
[1] 19.08.2016, Yeni Şafak
isabetli tespitler
Tespitleriniz tartışılmaz Hocam. Allah razı olsun.