YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66375bacb3759
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 7
Bugün : 8653
Dün : 17958
Bu ay : 91523
Geçen ay : 737322
Toplam : 23607809
IP'niz : 3.145.69.255

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

İslam dünyası ayağa kalkmalı

İsrail’in Ha’aretz gazetesi, hükümetin, Mescid-i Aksa’daki, Faslılar Kapısı alanındaki inşaat ve kazı çalışmalarının yeniden başlatılması talimatını verdiğini yazdı. Gazete, İsrail hükümetinin, İsrail Eski Eserler İdaresi’nden kazı çalışmalarının mümkün olduğunca çabuk tamamlamasını istediğini açıkladı. Ağlama Duvarı’ndan El Aksa Camisi avlusuna geçişi sağlayan Faslılar Kapısı’ndaki inşaat ve arkeolojik kazı çalışmaları, geçen Haziran ayında, Filistinlilerden gelen tepkiler ve uluslararası düzeydeki eleştiriler nedeniyle askıya alınmıştı. Eylül ayında İr Amim adlı İsrailli örgüt, kazı çalışmalarının yeniden başlatılması kararı alındığını duyurmuş, İsrail kabinesinin tek Müslüman Arap bakanı, Kadimalı Bilim, Kültür ve Spor Bakanı Galib Macadele, hükümetten çalışmaların durdurulmasını talep etmiş ve kazılar bir süreliğine askıya alınmıştı.

Kazılar yeniden başladı

Ha’aretz gazetesi, Bakanlar Kurulunun 29 Kasımda, bakanlık temsilcilerinden oluşan komisyonun Eylül ayında aldığı, kazıların yeniden başlatılması yolundaki kararını onayladığını yazdı. Hükümetin, İsrail Eski Eserler İdaresi’ne, “arkeolojik değeri olmayan tüm buluntuların kaldırılması, tarihi değerlerin ve yapıtların estetiğinin korunması, güvenliğin sağlanması ve aynı zamanda sosyal haksızlıkları giderecek bir formül bulacak şekilde çalışmaların yürütülmesi” adı altında talimat verdiği vurgulandı.

İsrail kabinesinin, arkeolojik ve koruma amaçlı çalışmalar adı altında 3,5 milyon İsrail şekeli ödenek ayırma kararı aldığı, Başbakanlık Müsteşarlığının da kazı alanındaki, tahmini bedeli 14 milyon Şekel olan daimi köprü inşaatı dahil, harcamaları denetlemekle sorumlu olduğu anlatıldı.  Bütçe kaynakları, kazılara ilişkin planlar Kudüs Bölgesel Planlama Komisyonu’nca onaylanır onaylanmaz tahsis kullanıma açılacaktı.

Osmanlı’nın yıkılışından ders alınmalı!

Prof. İnalcık’ın temel tezine göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında asıl amil Batılı güçlerdir. Bu verilmiş bir karardır. Batı daha sonra bunun araçlarını hazırlamıştır. Onların başında da (mikro) milliyetçilikler bulunmaktadır. Yunan, Bulgar milliyetçiliğini güden çeteler Batı tarafından kışkırtılır. Sürdürülen mücadelenin sonunda daima kongreler toplanır ve oralarda daima Osmanlı’nın aleyhine olan kararlar alınır. Yıkılış bu yoldan sağlanmıştır.

Osmanlı’nın zayıf halkası

Zaman Gazetesinin de sahip çıkıp savunduğu gibi Prof. Şükrü Hanioğlu, Prof. İnalcık’ın bu tezine itiraz ediyor. Osmanlı’nın yıkılmasında Batı’nın, mesela “Doğu Sorunu” türünden yaklaşımları elbette amil olmuştur. Fakat ortaya çıkmış milliyetçilik meselesi sadece komitacıların kışkırtılmasına ve Batı’nın istemesine bağlanamaz. Milliyetçiliğin Osmanlı’yı yıkan bir unsur olmasında 19. yüzyıldaki Osmanlı devlet yapısının ve işleyişinin önemli bir payı vardır” diyor.

Hanioğlu’na göre, 19. yüzyılda çok çeşitli nedenlerle “çevre” “merkez”e yeni sosyaldemokratik talepler iletmeye başlamıştır. Bu taleplerin ortaya çıkması doğal ve kaçınılmazdı. Merkez onları algılamakta, esneklik göstermekte, kabul etmekte yetersiz kaldı. Söz konusu taleplere sırtını döndükçe bu tutum milliyetçilik temelinde bir araya gelen çekirdek kuvvetlerin güçlenmesine yol açtı. Tersinden söyleyecek olursak milliyetçilik çevreyi bir arada tutan ve merkeze karşı güçlendiren bir etken oldu ve bu Osmanlı yönetiminin içe dönüklüğünden, dışa kapalılığından kaynaklandı. Osmanlı farklı davransaydı bunun tersi de olabilirdi. Batı devre dışı kalabilirdi. Rum, Ermeni, Yunan, Bulgar, Sırp, Kürt milliyetçiliklerinin o derecede güçlenmesinin altında yatan neden budur.” Zamancıların, ılımlı İslamcıların ve 2. cumhuriyetçi geçinen kafası kiralık aydınların demek istedikleri şuydu: Güneydoğuya ve Kürt toplumuna demokratik bir federatif yapılanma hakkı tanımak zorunludur!..

İşte  Sabah’ın  saman gibi yorumları:

Aynı koşulların bir anlamda bugün de devam etmediği söylenebilir mi?

Hanioğlu’nun çok kuvvetli ve “alimane” biçimde yazdığı uzun yazıdan iki sonuç çıkarılabilir. O sonuçların birine göre, evet, bugün de durum aynıdır.

İkinci sonuç şu: Bugüne kadar Türk siyasal yapısını tahlilde çok kullandığımız merkezçevre ikiliği (dikatomisi) Hanioğlu’nun analiziyle çok farklı fakat çok somut bir noktaya oturuyor. Çevre, talepleri olan, canlı, dinamik bir “organizma”ya dönüşüyor. Sorun merkezin ona kapalılığı.

Hanioğlu’nun bundan sonraki yazısı bence buna dönük olmalı, merkezdeki kapalılığın nedenlerini büyük bir tarihçi olarak bize anlatmalıdır. İnalcık hocanın görüşlerini de bekliyoruz elbette.89

ABD ve İsrail’in yeni hedefi Müslüman bilim adamları!

Ülkemizde son dönemlerde ASELSAN mühendislerinin şüpheli intiharları ve düşen uçaklarda seçkin bilim adamlarımızın olması, gözlerin 550 Müslüman bilim adamını öldürten ABD ve İsrail’e çevrilmesine neden oluyor.

Irak’ta yayınlanan El Bayna gazetesinin haberine göre, İsrail ve ABD’nin yeni hedefi Müslüman bilim adamları ve aydınlar. Gazete, haberinde, son süreçte 550 Müslüman bilim adamının MOSSAD ve ABD’li güçler tarafından kendileriyle işbirliği yapmadıkları gerekçesiyle katledildiklerine yer verdi. Tel Aviv’in bu bilim adamlarını “Siyonist rejimin” güvenliğine bir tehdit olarak gördüğü ve bunu halletmenin en iyi yolu olarak sıkıntı veren entelektüellere suikast düzenlemeye karar verdiği kaydediliyor.

Gazete haberinde “Cinayetler MOSSAD ve ABD Savunma Bakanlığı – Pentagon tarafından gerçekleştirildi” denildi. Bugüne kadar 350 bilim adamı ve 200 profesör sadece bu mezalimleri işlemek üzere Irak’a konuşlandırılan İsrailli MOSSAD komandoları tarafından gizlice katledildi. Gazetede yer alan bir başka iddia ise “ABD Dışişleri Bakanlığı’na göre, bu cinayetler, Washington’un Iraklı bilim adamlarını ABD ile işbirliğine ikna etme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine gerçekleşti” şeklinde.

Sıkıntı verenlere suikast!

Gazetenin haberinde, Tel Aviv’in bu bilim adamlarını “Siyonist rejimin” güvenliğine bir tehdit olarak gördüğü ve bunu halletmenin en iyi yolu olarak sıkıntı veren entelektüellere suikast düzenlemeye karar verdiği kaydediliyor. Böyle bir uygulamaya yedi ay önce onayını ifade eden Pentagon, İsrailli komandolara destek gönderdi, ayrıca hedefteki öldürülecek olanlar hakkında tam kişisel kayıtları onlar (İsrailli komandolar) için tedarik etti. Bilim adamları evlerinden uzakta sahneye konan senaryolarla katledildi. Bunda, Irak’ta her gün gerçekleşen düzenli beklenen bombalı saldırılardan istifade edildi.

Dünya buna nasıl seyirci kalır?

Ortadoğu uzmanı yazar İbrahim Karagül de, “Bu ölümlerden İsrail istihbarat servisi MOSSAD ve ABD Savunma Bakanlığı Pentagon sorumlu. Ölümler, tıpkı işkenceler gibi, sistematik bir şekilde gerçekleşti. Bazıları nükleer fizikçi olan bu insanlar, ABD ve İsrail’le işbirliği yapmadığı için ya da aynı ülkeler için tehdit görüldüğünden öldürüldü. 350 bilim adamı ve 200 profesörün bir ülkede öldürülmesi nasıl bir travmaya neden olur? Dünyada böyle bir olay daha önce yaşanmış mıdır? Bir aydın soykırımı yaşandı, hâlâ devam ediyor. Dünya böyle bir vahşete nasıl oldu da seyirci kalabildi, kalıyor? Anlamak mümkün değil” dedi.

İşbirlikçi olmayanlar hedefte

Ortadoğu uzmanı, yazar Hüsnü Mahalli de, söz konusu haberin bilinen ve kanıtlanmış gerçekleri içerdiğini belirtti. Mahalli, ABD ve İsrail politikalarıyla işbirliği yapmayan her bilim adamı ve aydının da böylece hayati tehlike içinde olduğunu kaydetti. Mahalli ayrıca, Irak’ta, Şiilerin bile kendi aralarında böldürüldüğünü ve bu kez de Arap yanlısı Şiiler ve İran yanlısı Şiiler olmak üzere yeni bir bölünme ve çatışma ortamı oluşturulmaya çalışıldığını söyledi.

MOSSAD ve CIA parmağı var mı?

Cinayet mi, intihar mı? ASELSAN mühendisleri neden öldü?

ASELSAN mühendisleri planlı bir cinayetin kurbanı mı? Daha da önemlisi, mühendisler hangi projelerde çalışıyordu? ASELSAN’da üç mühendis peş peşe intihar etti. Jandarma raporu, ‘her birinin farklı yöntemlerle intihar ettiği’ni yazdı. Bunun üzerine savcılık dosyayı kapattı. Ancak Adli Tıp’ın raporu, gözleri yeniden bu üç mühendise çevirdi. Çünkü bu rapora göre, ölümlerden biri şüpheliydi. ASELSAN mühendisleri planlı bir cinayetin kurbanı mı? Daha da önemlisi, mühendisler hangi projelerde çalışıyordu?

Tarih 7 Ağustos 2006. Kendisinden haber alınamayan, ASELSAN’da çalışan makine mühendisi Hüseyin Başbilen’in otomobili, Ankara Pursaklar Ayancık yolu üzerinde bulundu. Başbilen, şoför koltuğunda kanlar içinde yatıyordu. 30 yaşındaki elektrik mühendisi Hüseyin Başbilen çoktan ölmüştü. Arabanın ön sağ koltuğunda, genç mühendisin yazdığı intihar mektubu ve alyansı bulundu. Otomobilin içinde, yerde, ucu kanlı ve üç santimetre açık olan falçata vardı. Jandarmanın tutanağına göre; maktulün sol bileği iki santimetre, boynunun sol tarafında iki santimetre falçatayla kesilmişti. Ölüm sebebi olarak kan kaybı gösteriliyordu. Jandarma, otomobilin içinde yaptığı aramada Başbilen’in çantasını da buldu. Soruşturma kapsamında elde edilen bilgilere göre çantada, Başbilen’in üzerinde çalıştığı milli tank projesiyle ilgili sunumların olması gerekiyordu. Ama bu dosyalar bulunamadı.

Çantadaki kayıp belgeler neredeydi?

Başbilen, ölümünden üç gün önce, 4 Ağustos 2006’ta, ASELSAN’da, Türkiye’nin savaş teknolojisinde dış bağımlılığını ortadan kaldıracak çalışmalarına ilişkin bir sunum yapacaktı. ODTÜ mezunu makine mühendisi Başbilen, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki üst rütbeli subaylarla uzun süredir ‘milli tank’ projesi üzerinde çalışıyordu. Sunumun ardından proje onaya gönderilecekti.

Başbilen, o gün cep telefonunu evde bırakmıştı. Akşam eve dönmeyince, eşi, ASELSAN’ı aradı. Gülşen Başbilen, eşinin işe gelmediği yanıtını alınca, polise Hüseyin Başbilen’in kayıp olduğunu bildirdi. İntihar haberi üç gün sonra geldi. Başbilen, “Elveda’ diye başladığı son mektubunda karısından hakkını helal etmesini istemişti. Açılan soruşturma, ‘normal intihar vakası’ ibaresiyle savcılık tarafından kapatıldı. Ama Başbilen ailesi, onun intihar ettiğine inanmadı ve dosyanın kapatılmasına itiraz etti.

Başbilen, 10 yıldır ASELSAN’da çalışıyordu. Birçok projenin içinde yer almıştı. Özellikle suikast silahı ‘kanas’ üzerinde uzmanlaşmış bir isimdi. İmza attığı projeler arasında F-16 savaş uçaklarında sinyal kırıcı sistemi de bulunuyordu. Başbilen, tank projeleri üzerinde de çalışmaya başladı. Bu arada Milli Savunma Bakanlığı, Şubat 2006’da, yurtdışından 1000 adet tank alımını kapsayan ‘Yeni Nesil Tank Alımı Projesi’nden vazgeçti. Yerine, ASELSAN ile ‘milli tank’ projesi çalışması başlatıldı. Başbilen bu çalışmalarda gönüllü yer aldı; sinyalizasyon ve sofistike elektrik aksamı konusunda projeler geliştirdi.

Evlenmek üzereydi

ASELSAN’ı sarsan ikinci haber, 17 Ocak 2007’de geldi. Bu kez intihar eden Halim Ünsem Ünal’dı. ASELSAN’da bir süre çalıştıktan sonra görevinden ayrılan Ünal’ın cesedi, Ankara’da Eymür Gölü kenarında bulundu. Otopsi raporuna göre Ünal, kafasına sıkılan tek kurşunla ölmüştü. Bu vaka da savcılık dosyasına ‘intihar’ olarak geçti. Ünal öldüğü gün, savunma sanayi ile ilgili bir seminere katılacaktı.

Ünal, ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden, 2000 yılında ‘şeref öğrencisi’ ünvanıyla mezun oldu. Mastırını tamamlayarak aynı bölümde doktorasına devam etti. Genç mühendis, ASELSAN’ın yan kuruluşu Mikes’te elektronik mühendisi olarak çalışmaya başladı. F-16 savaş uçaklarının modernizasyonuyla ilgileniyordu. Yurtdışında savaş teknolojileri alanında çalışan şirketlerden iş teklifleri alıyordu. Ama hepsini geri çevirdi. Mikes, Ünal’ı önemli bir göreve atadı; 2011 yılına kadar Amerika’da kalarak Türk – Amerikan ortak yapımı F-16 savaş uçaklarının modernizasyonunda çalışacaktı. Ünal’ın ölümünde asıl şüphe çeken durum, onun birkaç gün içinde evlenecek olmasıydı. Cesedi 17 Ocak’ta bulunmuştu. Düğünü ise üç gün sonra, 20 Ocak’taydı. Gerçi Ünal, 15 gün kadar psikolojik tedavi görmüştü, ama düğüne üç gün kala intihar etmesine bir anlam verilemedi.

Atladı mı, itildi mi?

Ünal’ın ölümünden dokuz gün sonra yeni bir intihar vakası polise bildirildi. İntihar eden yine ASELSAN mühendislerinden biriydi. ODTÜ mezunu Elektrik Mühendisi Evrim Yançeken, 26 Ocak 2007’de, Ankara Batıkent’te oturduğu binanın arkasında ölü bulundu. Olay yeri incelemelerine göre; 26 yaşındaki Yançeken, oturduğu apartmanın yedinci katından atlamıştı. Yançeken’den geriye bir intihar mektubu kaldı. Mektubunda, “Artık dayanamıyorum. Psikolojim çok bozuldu. İntiharımdan kimse sorumlu değil’ yazmıştı. Onun da dosyası ‘normal intihar’ ibaresiyle kapatıldı.

Hepsi şifre çözücüydü ve sahalarında seçkin kişilerdi

Hüseyin Başbilen, Halim Ünsem Ünal ve Evrim Yançeken, özellikle şifre çözme konusunda uzman mühendislerdi. ASELSAN mühendisleri, uçak tanıma sistemlerinin ‘millileştirilmesi’ ve ABD güdümlü elektronik sistemlerinin kontrol dışı bırakılması çalışmalarını yürütmüşlerdi. Üç mühendisin üzerinde çalıştığı ikinci proje daha da önemliydi: Amerika, başta Türkiye olmak üzere birçok ülkeye her yıl geliştirdiği yeni silah teknolojilerini satıyor. Sattığı teknolojinin kontrolünü ise bırakmıyor. ABD istediği zaman, uydular aracılığıyla verilebilen talimatla, uçakları savaş dışı bırakabiliyor. İşte, ‘intihar’ ettikleri ileri sürülen bu mühendisler, altı ay gibi kısa bir sürede, uçak tanıma sisteminin hâkimiyetini Türkiye lehine çevirmeyi başardı. Aynı zamanda ABD’nin uydular aracılığıyla gönderdiği sinyallerle savaş araçlarını saf dışı bırakma sistemini de çökertti.

Adli Tıp ‘cinayet’ dedi

Mühendislerden Hüseyin Başbilen’in ailesi, oğullarının ölümünün cinayet olduğu iddiasıyla savcılığa başvurarak, Adli Tıp uzmanlarından yeniden rapor alınmasını talep etti. Sincan Ağır Ceza Mahkemesi, Adli Tıp Kurumu’nda intihar vakalarını inceleyen 1. İhtisas Kurulu’na, Başbilen’in ölümünden sonra tutulan tüm raporları, olay yeri inceleme tutanaklarını ve otopsi raporunu gönderdi. Ama 10 uzmanın hazırladığı rapor kafaları iyice karıştırdı. Kuruldaki uzmanlardan üçü intihar kararına itiraz ederek, rapora şerh koydu. Adli Tıp 1. İhtisas Kurulu’nun raporuna göre Başbilen, boynunda ve sol el bileğindeki kesikler sonucu damar açılmasına bağlı dış kanamayla ölmüştü. Üç uzman, Başbilen’in boynu ve bileğindeki kesiklerin ‘maktul tarafından yapılamayacağını ve yapılsaydı Başbilen’in ellerine mutlaka kan sıçramış olması gerektiğini’ savundu. Çünkü Başbilen’in elinde kan izi yoktu. Onlara göre, cinayete kurban gitmişti. Savcılık her üç intihar vakasını yeniden incelemeye aldı.90

ABD: Müttefik mi, Münafık mı?

Muzaffer Ayhan Kara’nın önemli tespitleriyle:

Önce Türk-Amerikan ilişkilerinin Osmanlı dönemindeki seyrini hatırlatmak faydalı olmaktadır. Böylelikle, 1. Dünya savaşı-Kurtuluş Savaşı ve Lozan’dan 2. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi; ardından 2. Dünya Savaşı-Soğuk Savaş dönemi ve sonrası ele alınmaktadır. En sonunda  ise, Soğuk Savaş’ın sona erdiği ve “Yeni Dünya Düzeni” sürecindeki Türk-Amerikan ilişkileri mercek altına sokulmaktadır. Bu son bölümde, aynı zamanda Türk-Amerikan ilişkilerinin yarınına ilişkin bir değerlendirme yer almaktadır. Bu makalede Türk-Amerikan ilişkilerinin belli başlı olaylar ve tarihsel gelişmeler etrafında bir çerçevesi sunulmakta; böylelikle bir müttefiklikten ya da ‘stratejik ortaklık’tan öte, emperyalist ABD ile, Atatürk’ün  “Yurtta sulh, cihanda sulh!” ilkesini yozlaştırıp batının güdümüne giren Türkiye Cumhuriyeti ilişkilerinin dost çelmeleriyle dolu, kronik krizlerden oluşan boyutu ortaya koyulmaktadır. Bu çerçeveye, ortaya çıkan fotoğrafa bakanlar, ABD’nin müttefik olmak bir yana, Türkiye’ye karşı hasmane ve “münafıklık” çizgisinde bir tutum takındığını ibretle görüp anlayacaktır.

Konuya girmeden önce, Osmanlı döneminden bugünlere kadar olan süreçteki Türk-Amerikan ilişkilerinin kronolojisine göz atmakta yarar vardır. (Kronoloji, 1 Mart Tezkeresi’ne kadardır. Devamı ise bir daha ki sayıda gelecek).

Osmanlı’dan bugünlere Türk-Amerikan ilişkilerinin kronolojisi

9 Kasım 1800: İlk kez George Washington adlı ABD savaş gemisi İstanbul limanını ziyaret eder.

15 Ocak 1820: Pleney Fisk ve Levi Persons adlı ilk Amerikan misyonerleri İzmir’e gelirler ve ilk misyoner teşkilatı burada kurulur.

1824: David Offley adlı ilk ABD konsolosu İzmir’de göreve başlar.

7 Mayıs 1830: Osmanlı-ABD arasında Seyr-ü Sefain ve Ticaret Anlaşması imzalanır.

1831: David Porter, ilk ABD elçisi olarak göreve başlar.

1840: 1863’te Robert Kolej olarak faaliyetine devam edecek olan Amerikan okulu Bebek’te açılır.

1850: Bahriye-i Hümayun subayları gemi inşasını öğrenmek üzere ABD’ye giderler.

13 Şubat 1862: Osmanlı-ABD arasında yeni bir Seyr-ü Sefain ve Ticaret Anlaşması imzalanır.

11 Ağustos 1874: Osmanlı-ABD arasında Suçluların İadesi Anlaşması imzalanır.

1876: Osmanlı Devleti, Philadelphia Fuarı’na katılır.

1878: ABD’nin eski başkanlarından Grant İstanbul’a gelir.

1893: Osmanlı Devleti, Chicago Fuarı’na katılır.

17 Aralık 1908: ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi, ayrı ayrı aldığı kararlarla Meclis-i Mebusan’ın çalışmasına başlamasından sevinçlerini ve başarı dileklerini İstanbul’a bildirirler.

10 Mart 1909: Albay Colby Chester, Meclis-i Mebusan’a Chester demiryolu projesini sunar.

20 Nisan 1917: Osmanlı-ABD arasındaki diplomatik ilişki kesilir.

27 Ekim 1922: Lozan’da, Türkiye ile yapılacak olan ABD’yi ilgilendiren bölümlerini yansıtan muhtıra, ABD’ce İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerine sunulur.

9 Nisan 1923: TBMM’ce, daha sonra uygulamaya konulmayacak olan Chester Anlaşması onaylanır.

6 Ağustos 1923: TBMM Hükümeti ile ABD arasında, Lozan’da Dostluk ve Ticaret Anlaşması (Genel anlaşma) imzalanır.

Ocak 1927: ABD Senatosu, Türkiye-ABD Dostluk ve Ticaret Anlaşmasını sözde Ermeni ve Rum muhalefetini gerekçe göstererek onaylamayı reddeder.

17 Şubat 1927: Türkiye Cumhuriyeti-ABD arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasını öngören Modus Vivendi devreye sokulur.

12 Ekim 1927: ABD’nin ilk Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi, Lozan’da da ABD’yi temsil eden Joseph C. Grew, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e güven mektubunu sunarak göreve başlar. ABD, bu tarihe kadar Türkiye’ye büyükelçi göndermemiştir.

1 Ekim 1929: Türkiye-ABD arasında Seyr-ü Sefain ve Ticaret Anlaşması imzalanır.

1 Nisan 1939: Türkiye-ABD arasında bir Ticaret Anlaşması imzalanır.

Eylül 1940: Türkiye, İngiltere aracılığıyla Amerikan Ödünç Verme-Kiralama Yardımı’ndan yararlanmaya başlar.

Ekim 1942: Beş gazeteciden oluşan Türk basın heyeti ABD’yi ziyaret eder.

4-6 Aralık 1943:Kahire’deki Müttefik Konferansı’nda Türk Cumhurbaşkanı İnönü ve ABD Başkanı Roosevelt görüşmesi gerçekleşir.

1 Nisan 1944: Türk-İngiliz askeri görüşmelerinin kesilmesi üzerine ABD, Türkiye’ye İngiltere üzerinden yaptığı yardımı durdurur.

23 Şubat 1945: Türkiye-ABD arasında Ödünç Verme-Kiralama Yardımı anlaşması imzalanır.

2 Kasım 1945: ABD, Boğazlar konusunda Türkiye’ye nota verir.

5 Nisan 1946: ABD, Türkiye’ye bir iyi niyet jesti olarak Washington’da yaşamını yitiren Büyükelçi Ertegün’ün naaşını Missouri Savaş Zırhlısı ile İstanbul’a gönderir.

12 Mart 1947: ABD Başkanı Truman, Türkiye’yi de içine alan ‘Sovyet Tehdidi’ne karşı Güneydoğu Avrupa savunması yolundaki “Truman Doktrini”ni açıklar.

4 Temmuz 1948: Türk-Amerikan tarafları, Truman Doktrini doğrultusundaki Marshall Plam’nın hayata geçirilmesi konusunda anlaşmaya varır.

27 Aralık 1949: Türkiye Cumhuriyet ve ABD, Türkiye’de ortak bir eğitim komisyonu kurulması konusunda anlaşır.

25 Haziran 1950: Türkiye, ABD’nin ‘Hür Dünya’ adına savaşa girdiği Kore’ye kolordu düzeyinde askeri birlik gönderir.

13 Mayıs 1951: ABD, müttefiklerine Türkiye’nin Yunanistan’la birlikte NATO’ya alınmasını önerir.

18 Şubat 1952: Türkiye, NATO’ya katılır.

17-25 Ocak 1954: Cumhurbaşkanı Celal Bayar, ABD’ye resmi bir ziyaret yapar.

5 Mart 1955: Adana’daki İncirlik Hava Üssü tamamlanarak hizmete girer.

5 Ocak 1957: Ortadoğu ülkelerini ‘uluslararası komünizm’den korumayı amaçlayan ve ABD Başkanı Eisenhower’ın adıyla anılan “Eisenhovver Doktrini” açıklanır.

9 Aralık 1957: İlk Amerikan güdümlü füzeleri Türkiye’ye konuşlanır.

17 Temmuz 1958: ABD Dışişleri Bakanı Dulles, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Bağdat Paktı’na ABD’nin destek vereceğine dair bir “deklarasyon” sunar.

6-7 Aralık 1959: ABD Başkanı Eisenhower, Türkiye’ye resmi ziyarette bulunur.

1 Mayıs 1960: Sovyetler Birliği’nde düşürülen bir Amerikan U-2 casus uçağının Türkiye’deki İncirlik Üssü’nden havalandığı ortaya çıkar.

23 Ekim 1962: ABD, Küba’daki füze bunalımı esnasında, Sovyetler’in Küba’dan füzelerin sökülmesi karşılığında Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin sökülmesi önerisini olumlu karşılar.

5 Haziran 1964: ABD Başkanı Johnson, Kıbrıs bunalımı sırasında Başbakan İnönü’ye ‘uyarıcı’ nitelikte ve tarihe “Johnson Mektubu” olarak geçecek olan bir mektup gönderir. İnönü de bu mektuba karşılık olarak; vecizeleşecek olan ünlü “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de oradaki yerini alır!” sözünü söyler.

Haziran-Temmuz-Ağustos 1964: Türk halkı ve gençlik, Türkiye’de ilk kez ABD karşıtı “Yankee Go Home” belgili gösteriler ve mitingler düzenler.

7 Nisan 1966: Türkiye, 1945-1965 arasında imzalanan 54 ikili anlaşmanın konsolidasyonu için ABD’ye muhtıra verir.

22 Kasım 1967: ABD eski Savunma Bakan Yardımcısı Cyrus Vance, Başkan Johnson tarafından Kıbrıs’a özel temsilci olarak atanır.

3 Temmuz 1969: İkili anlaşmaların konsolidasyonu müzakereleri sonunda Türk-Amerikan Savunma İşbirliği Anlaşması imzalanır.

30 Haziran 1971: ABD’nin isteğiyle ve zararın karşılanacağı vaadi ile Türkiye’de haşhaş ekimi yasaklanır.

1 Temmuz 1974: Ecevit’in liderliğindeki CHP-MSP Koalisyon Hükümeti, haşhaş ekim yasağını kaldırarak 7 ilde ekime izin verir.

5 Şubat 1975: Türkiye’nin NATO ve Amerikan silahlarını kullanarak Kıbrıs barış Harekâtı’nı gerçekleştirmesi ve daha sonra askerlerini Ada’dan çekmemesi gerekçesiyle, ABD Kongresi, Türkiye’ye dönük    “silah ambargosu” kararı alır.

25 Temmuz 1975: Türkiye, ABD’nin silah ambargosu kararı üzerine 1969’daki Türk-Amerikan ortak savunma tesisleri anlaşmasını yürürlükten kaldırır ve İncirlik dışındaki üs ve tesislerin çalışmalarını durdurur.

26 Eylül 1978: ABD, Türkiye’ye uyguladığı ambargoyu kaldırır ve buna karşılık Türkiye de kapatılan üs ve tesisleri “geçici” statü ile açar.

29 Mart 1980: Türkiye-ABD arasında Savunma Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) imzalanır.

12 Eylül 1980: ABD’nin gerçekleşmesine el altından katkıda bulunduğu ve “Bizim oğlanların işi” olarak sevinçle yorumladığı askeri darbe gerçekleşir.

22 Haziran 1983: ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger Ankara’yı ziyaret eder ve Türkiye ile askeri ilişkileri geliştirmek istediklerini ifade eder.

16 Mart 1987: Türkiye-ABD arasında daha önce imzalanan SEİA, mektup teatisi ile beş yıl daha uzatılır.

22 Şubat 1990: Ermenilerin 1915’teki sözde soykırım savlarını ABD Başkanına bir deklarasyonla tescil ettirme önerisi ABD Senatosu’nda reddedilir.

Nisan 1991: Körfez Savaşı sırasında Irak ordusunun kuzeydeki Kürt ayrılıkçı isyanını bastırmak için düzenlediği harekat sırasında Türk sınırına gelen 500 bine yakın Iraklı Kürt için ABD ve müttefiki emperyalist koalisyon güçleri bir tampon bölge oluşturur. Başlayan “Huzur Operasyonu” ile sığınmacılar için güvenli bölge oluşturulur. Emperyalist koalisyon güçleri de Kuzey Irak’a girer.

Aralık 1991: Sovyetler’in çökmesi üzerine, ABD, Türkiye’deki bazı askeri üs ve tesislerini kapatmaya başlar.

Ocak 1992: Türk basınında Çekiç Güç’e ait uçakların ayrılıkçı PKK’ya yardım malzemesi attığı haberi yer alır.

6 Ekim 1992: ABD’nin güvence ve gözetimi altında, Irak’ın kuzeyinde, Türkiye’nin muhatap kabul etmediği ve tanımadığı yerel bir ‘Kürt Federe Devleti’ kurulur.

17 Ocak 1993: Irak’ın ateşkes koşullarını ihlal ettiği gerekçesiyle İncirlik’ten kalkan ABD uçakları Irak hedeflerini bombalar. Bunun üzerine Türkiye’de İncirlik Üssü’ne dönük tepkiler artar.

8 Nisan 1994: Türkiye-ABD arasında SEİA çerçevesinde 1981 yılında başlatılan “Türk-Amerikan Yüksek Düzeyli Ortak Savunma Grubu” toplantılarının 12.si Ankara’da tamamlanır. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Freeman, toplantı sonrasındaki basın açıklamasında, “Türkiye-ABD arasında geliştirilmiş ortaklığa dayanan işbirliğinin, önümüzdeki 50 yıla uzanacak eşit bir işbirliğinin temellerini attığını” söyler.

19 Mayıs 1994: ABD Temsilciler Meclisi Tahsisler Komitesi Alt Komisyonu, Türkiye’ye kredi olarak verilen askeri yardımın yüzde 25’inin “Türkiye’de insan hakları ve Kıbrıs konularında ilerleme kaydedildiği bildirilinceye kadar” askıya alınmasını kararlaştırır. ABD Senatosu, birkaç ay sonra bu oranı yüzde 10’a indirir.

19 Ocak 1995: ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Marc Grossman, Washington’da Amerikan Türk Konseyi’nde yaptığı konuşmada “Türkiye’nin ABD için çok önemli olduğunu, bu meyanda Türkiye’nin savunmasını güçlendirmek ve Silahlı Kuvvetlerini modernize etmek” amacında olduklarını; ancak iki ülke arasında “Kıbrıs, insan hakları, fikri mülkiyet vb. konularda fikir ayrılıkları olduğunu” belirtir.

30 Haziran 1996: Türkiye ve ABD arasında imzalanan “Gümrük İdarelerinin Karşılıklı Yardımlaşmasına İlişkin Anlaşma” TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girer.

12 Ocak 1997: Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı ile ABD savunma Bakanlığı Arasında Tedarik ve Karşılıklı Hizmet Anlaşması ve Karşılıklı Lojistik Destek Uygulaması Anlaşması TBMM’ce onaylanır.

28 Ekim 1998: Dışişleri Bakanı İsmail Cem, ABD Dışişleri Bakanı’nın Hazar Havzası Enerji Kaynakları Başdanışmanı Richard Morningstar’la Bakü-Ceyhan boru hattı hakkında bir görüşme yapar. 29 Ekim’de de Türkmenistan ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki Hazar geçişli “Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Gaz Boru Hattı Projesi”nin ifası ve “Türkmenistan’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Doğal Gaz Satışına İlişkin Anlaşma” imzalanır.

Şubat 1999: PKK’nın başındaki Öcalan, uzun bir izleme sonucunda, Türkiye’nin yakalayarak inisiyatif almaması doğrultusunda Kenya’da ABD’nin başını çektiği uluslararası bir operasyonla yakalanır ve Türkiye Cumhuriyeti adına MİT Başkanı Atasagun ile ABD adına CIA Başkanı Turner’ın imzaladığı bir anlaşmayla, idam edilmemek koşuluyla Türk yetkililerine Kenya’da teslim edilir.

Nisan 1999: ABD, FBI için Ankara Büyükelçiliği’nde açtığı “Hukuk Müşavirliği” bürosu aracılığıyla suça karşı mücadelede ortak sonuç açısından Türk emniyeti ile birlikte çalışmaya başlar.

Ağustos 1999: ABD, Akdeniz’deki 6. Filo’yu 17Ağustos depremi deneniyle Türkiye’ye gönderir.

Eylül-Ekim 1999: Başbakan Ecevit, ABD Başkanı Bili Clinton’a resmi ziyarette bulunur.

Mayıs 2000: ABD Büyükelçisi Mark Parris

Güneydoğu Anadolu gezisi kapsamında, ABD’nin bölgede kurumlaşma ve bir büro açma isteğini dile getirir.

Aralık 2001: ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel, Ankara’yı ziyaret eder. Powel, Irak konusunun masaya yatırıldığı yoğun temaslar gerçekleştirir. ABD, bu arada tekstildeki kotayı yüzde 50 oranında kaldırır.

Mart 2002: ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye’yi eleştiren insan hakları raporunu yayınlar.

Haziran-Temmuz-Ağustos 2002: Ecevit Hükümeti ile Irak’a ilişkin ortak bir politika oluşturmayacağını anlayan ABD ve ülkemizdeki saç ayakları, Türkiye’de “parlamenter bir darbe” için düğmeye basar ve kan kaybeden DSP ile birlikte ANASOL-M Koalisyon Hükümeti, Bahçeli’nin Bursa konuşması sonrasında erken seçim kararı almak zorunda kalır. Bu arada, Ecevit’e dönük aleyhte kampanyalar, yaşlılık hastalığı imaları ve kasıtlı yanlış tedavi süreci de oldukça belirgindir. AKP de adeta ABD’ye göz kırparak ve meşruiyetini dışarıda arayarak kurulmuştur.

2 Ağustos 2002: ABD Senatosu’nda konuşan eski ABD Büyükelçisi Mark Parris, Türkiye olmaksızın Irak’ta bir şey yapamayacaklarının altını çizer.

3 Kasım 2002: AKP’nin tek başına iktidarı, adeta ABD’nin de zaferidir ve böylelikle, ABD, Irak’ın işgali konusunda daha da hareketlenir ve iştahlanır.

16 Ocak 2003: ABD’den gelen bir heyet İstanbul’daki Sabiha Gökçen Havaalanı’nda inceleme de bulunur.

1 Mart 2003: ABD’nin dört gözle beklediği, Türkiye’nin topraklarında ABD askeri bulundurmasına ve Irak’a emperyalist işgal güçleriyle birlikte asker göndermesine ilişkin tezkere TBMM’de. CHP ve 100 civarında AKP’li milletvekilinin oylarıyla reddedilir. Bu sonuç, ABD için tam bir şoktur. Çünkü kuzeyden kara cephesi açılamamış olur. Irak’ın işgaline ilişkin olarak ve Türkiye de işgal güçleri arasında yer almamış olur (Kronolojide, Toplumsal Tarih dergisinin Aralık 2003 sayısından da yararlanılmıştır).

Osmanlı döneminde Türk-Amerikan ilişkileri

A) Genel Olarak İlişkiler

Osmanlı dönemindeki Türk-Amerikan ilişkilerine ilişkin olarak, Y. Doç. Dr. Gamze Güngörmüş Kona, şu bilgileri vermektedir:

“Bu iki ulus arasındaki ilişkiler gayri resmi olarak çok önceleri başlar. 1797 yılında ilk Amerikan ticaret gemisi İzmir’i ziyaret etmiştir. Amerikalılar, anlaşmalar yapmış oldukları ve o tarihlerde Osmanlı egemenliği altında bulunan Cezayir, Tripoli ve Tunus’la ticarete önem vermekteydiler. Amerika’nın temel hedefi, bazı Osmanlı eyaletleriyle ticareti başlatmaktı. 7 Mayıs 1831’de, Osmanlı İmparatorluğu ve Amerika arasında Ticaret Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın ardından, hem çok sayıda Amerikan ticaret gemisi İzmir’i ziyaret etti, hem de ihracat hacmi büyük oranda arttı. Bu gelişmelerle birlikte, Amerika 1831 yılında İstanbul’da bir konsolosluk açtı. Bu çabalara rağmen, devlet yönetimindekiler dışında Osmanlı toplumunda hiç kimse Amerikalılar hakkında ayrıntılı bilgi sahibi değildi. Osmanlı Türklerinin Amerikalılara yönelik ilgisi, 1860’larda yeni keşfedilen bu dünyaya yapılan toplu göçlerle ve 1870’lerden itibaren misyonerliğin Amerikan kolejlerinin önderliğinde Anadolu’da yayılmasıyla artmaya başladı. 2. Meşrutiyet döneminde bazı Türk öğrenciler öğrenim için Amerika’ya gitti. Amerika’daki askeri kadro ve Osmanlı diplomatları da bu yakınlaşmayı hızlandırdı.”

Kona, devamla, Türklerin ABD’ye ilgisinin, ABD’nin 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açmama kararı almasından sonra daha da arttığını ifade etmektedir.

İstanbul’da açılan Amerikan elçiliğinin üzerinden yaklaşık 177 yıl geçtiğine, fiili ilişkiler de 200 yılı aştığına göre, Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihi ABD tarihi kadar eskidir. Nitekim, elçilik açılmadan önce devletten devlete bir ticaret anlaşması da imzalanmıştır. Amerikan gemilerinin Türk limanlarını ziyareti ve ithalat-ihracat ilişkileriyse, bu anlaşmadan da eskidir.

Aslında, Osmanlı devleti, henüz 1867’de Amerikan’ın başkenti Washington’a bir elçi göndererek bu ülkeyle ilişkilerini daha da sıklaştırmak istemiştir. O dönemdeki ilişkilerin temel noktası ise, silah ticaretiydi. Ancak, bu ticaret, Osmanlı’nın askeri alanda Almanya’yla yakınlaşmasıyla birlikte 1910 dolaylarında kesilmiştir.

ABD’nin 1. Dünya savaşı sırasında Osmanlı’ya savaş açmamasının nedeniyse, açıktır ki, bu ülkenin topraklarımızdaki ticaret, eğitim-kültür ve misyonerlik faaliyetlerine dayalı çıkarlarıdır. Dönemin ABD Başkanı Wilson’ın Türkiye’yi de içine alan bir şekilde izlediği “açık kapı” siyasetine göre; Türkiye, Avrupa’dan çıkarılmalı, İstanbul ayrı bir yönetim birimi haline getirilmeli, Ermenistan ve Kürdistan’ın bağımsızlığı sağlanmalı, İzmir bir özerk yönetime kavuşturulmalıydı. “Wilson Prensipleri”, parçalanmış Türk yurdunda bir Amerikan mandası yönetimi kurmayı öngörüyordu. Buna göre, kapitülasyonlar devam edecek, elde edilmiş olan imtiyazlar korunacaktı. Wilson Amerika’sı, böylelikle, İzmir ve İstanbul’un işgaline destek vermiştir.

Kona’dan Osmanlı dönemi Türk-Amerikan ilişkileriyle ilgili aktardıklarımızı destekleyen ve zenginleştiren bir çerçeveyi de Yrd. Doç. Dr. Gül Barkay’dan aktaralım:

“Türk-Amerikan ilişkilerinin siyasi tarihi, Akdeniz’in fırtınalı sularında başlar. ABD’nin Osmanlı devletine bağlı Kuzey Afrika Ocakları (Beylikleri) ile 18. yüzyıl sonunda barış ve dostluk anlaşmaları imzalamasının altında, Amerikan tüccarlarını yakalayan ve taciz eden Cezayir korsanlarını engelleme inisiyatifi yatmaktadır. Temelde ABD’nin pazar kaygılarından, güvenli ticaret istemi nedenleriyle başlayan ilişkiler 19. yüzyılın ortalarına kadar bu kaygılarla devam etmiştir. Bu dönemde ABD-Osmanlı İmparatorluğu arasında ticaret anlaşmaları imzalanmış, konsolosluklar açılmış; ilk Amerikalı Protestan misyonerler Anadolu’ya gelmiş; ziraat, maden ve gemi mühendisleri Amerika’dan İstanbul’a gelerek bu alanlarda Osmanlılara eğitim vermişler; Osmanlı subayları gemi inşası öğrenimi için ABD’ye gitmişler, Osmanlı ordusu ABD’den ilk silah alımını yine bu ara dönemde başlatmıştır. Amerikan misyonerler Osmanlı topraklarında başlattıkları hayır faaliyetleri içinde en çok eğitim seferberliğine ağırlık vermişlerdir. 2. Abdülhamit döneminde de iki devlet arasındaki ticari ve siyasi ilişkiler artarak devam etmiştir. Öyle ki, dönemin Amerikan başkanı Ulysses Grant, resmi olmayan bir gezi için İstanbul’a gelmiş, Abdülhamit’in konuğu olmuştur. Abdülhamit’in İspanya-Amerika savaşı sırasında (1898) ‘halife’ sıfatı ile Filipinlerdeki Müslümanlara Amerikalılara dostça davranmalarını’ öğütleyen mesajı ilginçtir. Yine bu dönemde iki ülkenin orta elçilik seviyesinde olan temsilcilikleri büyükelçilik statüsüne yükselmiştir. 1908 yılında Meşrutiyetin ilanını Amerikalılar büyük ilgi ile karşılamışlar, Başkan T. Roosevelt, Türkiye’de ‘temsili hükümet’ şeklinin gerçekleşmesini kutlamak üzere telgraf çekmiştir.”

B)Denizlerde kapışma

Gerek Kona, gerekse Barkay’ın verdiği denizcilik alanındaki Osmanlı-Amerikan ilişkilerine ilişkin bilgilerin arka planında yatan şu gerçekleri de görmek gerekir: Atlantik’te bayrak gösteren ABD gemileri 1785-1793 döneminde, o zaman Osmanlı yönetimi altında bulunan Cezayir açıklarında ciddi kayıplar verir. Osmanlı donanması, bu tarihlerde 11 Amerikan gemisine el koyar ve Akdeniz’e sokmaz. 25 Temmuz 1785’te Boston Limanı’na bağlı Kaptan İsaac Stevens’in yönetimindeki Maria ve arkasından Philedelphia Limanı’na bağlı kaptan O’Brien’in yönetimindeki Dauphin adlı gemiler, 11 gemiden el konulan ilk iki gemidir.

ABD, Osmanlı’nın deniz gücü karşısında geri çekilmek ve gelecekte başat güç olmak için iki yol koyar önüne; l) Osmanlıyla anlaşarak kayıp vermemek, 2) Aynı zamanda donanmasını güçlendirmek. Bu doğrultuda, ABD Kongresi, başkan Washington’a 700 bin altın harcama yetkisi vererek yeni gemilerin inşası ya da satın alınması yolunu açar. 5 Eylül 1795’te yapılan ve ABD adına başkanın, Osmanlı adına da Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa’nın dili de Türkçe olan Osmanlı-Amerikan anlaşmasına göre ise; l)Amerika, Atlantik’te gemilerine dokunulmaması ve gemilerinin serbestçe Akdeniz’e girmesi karşılığında Osmanlı’ya 642 bin altın verecekti, 2)Ayrıca, ABD, Akdeniz’de gemilerinin serbestçe dolaşabilmesi için yılda 12 bin altın ödeyecekti.

Böylelikle, ABD Osmanlı’ya vergi vermeyi kabul etmiş oluyordu. Ancak, ne ilginçtir ki, teknolojiden uzak kalan Osmanlı, bir süre sonra aynı ABD’den denizcilik konusunda gemi, teknoloji ve eğitim almak zorunda kalacaktı! Şimdi, geriye baktığımızda, Akdeniz bir Türk gölü değil, ABD gölü gibi! ABD, uçak gemileriyle sadece Akdeniz’i değil, dünyayı kontrol etmeye çalışan emperyalist bir güç. Türkiye ise, daha üç tarafı deniz olan bir ülke olmasına karşın, deniz yolunu iç turizm ve taşımacılıkta bile kullanamıyor!

Kısacası, Türk-Amerikan ilişkilerindeki ilk pürüz, Atlantik’in doğu kıyıları ve Akdeniz’deki deniz egemenliği alanında çıkmış ve bu pürüz, ABD’nin boyun eğmesiyle sonuçlanmıştır.

C) Anadolu’da Planlı ve Sistemli Misyonerlik Faaliyeti

Anadolu’daki misyonerlik faaliyetleri, açıkça söylemek gerekirse, ABD’nin dönemin “topsuz-tüfeksiz fetih ve işgal” harekatı, Osmanlı döneminde 19. yüzyılın başlarında ciddi bir örgütlenme ve plan çerçevesinde başlamıştır. Nitekim, ilerleyen zamanlarda, 19. yüzyılın sonlarında da sonuç alınmaya başlanmıştır. Yrd. Doç. Dr. Düşen înce Erdoğan’ın bu konuda yazdıklarına bakalım:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasında İngiltere, Fransa ve Rusya gibi açık emperyalist politika izlemeyen Birleşik Devletler, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması ve yarı sömürge hale getirilmesinde farklı bir yöntem izledi. Birleşik Devletler, tacirlerini ve misyonerlerini kullanarak Osmanlı İmparatorluğu’nda ticari imtiyazlar elde etmeyi başardı. Böylece, Avrupa işlerine karışmadan, laik devlet anlayışından ödün vermeden, devletin misyonerler ve tacirler üzerinde etkisi olmadığına karşı tarafı inandırarak ve dinsel misyonu kullanarak Osmanlı toprakları üzerinde kendisini hedefe ulaştıracak bir politika izledi. Amerika’nın iktisadi emperyalizmi misyonerler tarafından Anadolu’ya getirildi ve Osmanlı İmparatorluğu’nu fethedecek en güçlü silah olarak kullanıldı. Bu, misyonerliğin soğuk ve gerçek yüzüydü.”

Misyonerliğin Amerikan emperyal stratejik planlarındaki rolünü, Osmanlı’yı Teslim almaya dönük niyetlerini ortaya koyduktan sonra, bu işin Osmanlı’da nasıl yürüdüğüne ilişkin olarak devam ediyor Erdoğan:

“Osmanlı İmparatorluğu’na gelen ilk Amerikalı misyonerler, 1810 yılında kurulan American Board for Commissioner for Foreign Mission’a (Amerikan Yabancı Misyonerler Teşkilatı) bağlı olarak çalışıyorlardı. Samuel Worscester, Dr. Samuel Spring, Mr. Jeremiah Evarts ve Andover Koleji öğrencilerinden beş kişi Prof. Moses Stuart’ın evinde toplanarak ABCFM’nin temellerini attı. Toplantıda birçok konu tartışıldı. Bu konuların başında, hangi bölgelerde çalışma yapılacaktı, misyonerler evlerinden ayrıldıklarında geride kalanların geçimleri nasıl sağlanacaktı, Amerikan misyonerleri gittikleri ülkede bulunan diğer misyonerler tarafından nasıl karşılanacaktı, Amerikan halkı arasında misyonerliğin ilgi çekici olması için neler yapılacaktı, bu işleri kim ve neye göre düzenleyecekti? Yapılan toplantı sonucunda Amerikan Board’ın ideolojisi, Hıristiyanlığı yaymak, Protestan Amerikan kültürünü, yaşam tarzını, ahlak anlayışını uluslararası arenada benimsetmek olarak belirlendi. Ayrıca ABCFM yönetim kurulu, amaçlarının hem dinsel hem de sosyal duygular içerdiğini belirtti. Böylece ABCFM, Hıristiyanlığı bütün dünyaya yayarken Hıristiyan kültürünün de yerleşmesini sağlayacaktı. Misyoner Johnston ve Sshneider’e ABCFM tarafından verilen talimatnamede, ‘Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın. Her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla kalbin kalple mücadelesi ise de ve sizin silahınız Tanrı’nın inayeti ile güçlendirilmiş manevi bir silahsa da, Napolyon’un askeri girişimlerindeki kadar araştırma, bilgi ve düşünmeye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaadedilmiş topraklar (Anadolu) silahsız bir Haçlı Seferi ile geri alınacaktır.’ şeklinde belirtildi.

1810 yılında Boston’da kurulan ABCFM,1818 yılında Osmanlı topraklarını faaliyet alanı olarak seçti. 15 Ocak 1820’de Levi Persons ve Pleny Fisk gerekli çalışmaları yapmak amacıyla İzmir’e gönderildi. Amerikalı misyonerler, Anadolu’da ilk merkezlerini İzmir’de 1820 yılında kurdu. Daha sonra 1823 yılında Beyrut’ta, 1831’de İstanbul’da, 1835’te Trabzon’da, 1839’da Erzurum’da, 1847’de Antep’te, 1851’de Sivas’ta, 1852’de Adana ve Merzifon’da, 1854’de Maraş, Kayseri ve Urfa’da, 1855’de Harput’ta, 1859’da Tarsus’da ve 1872 yılında ise Van’da misyon merkezleri kuruldu. Misyonerlerin misyon teşkilatlarını kurarken dikkat ettikleri noktalar arasında iklim, nüfus dağılımı, diğer mezhep misyonlarının varlığı, ulaşım imkanları vardı. 1860 yılı Osmanlı topraklarında yaşayan misyonerler için önem taşımaktadır. 1860 ile 1820 yılı arasındaki dönemde, misyonerlerin amacı İncil’i öğretmek ve yaymaktır. 1860’tan sonra ise ilk önce İncil ilkesi terk edildi, kalıcılığın sağlanması için özellikle İncil’e bağlı değil laik eğitime önem verildi. 1860 sonrası dönemde misyon merkezleri ve istasyonların sayılarında büyük artış görüldü ve misyon teşkilatları Batı, Doğu, Merkezi Türkiye Misyon Teşkilatı olmak üzere üç kısma ayrıldı. Amerikalı misyonerler, Boston’dan gelen talimatname çerçevesinde çalışmalara başladılar. Boston’dan gelen talimatnamede üzerinde durulan en önemli konuların başında, misyonerlerin gittikleri bölgelerde hiçbir şeye karışmamaları, orada yaşayanların dillerini öğrenmeleri, kanunlara asla karşı gelmemeleri, bölgenin coğrafi, ekonomik ve sosyal yapısını rapor etmeleri gelmekteydi. Misyonerlerin gittikleri bölgelerin sosyo-ekonomik ve coğrafi yapısının farklı olması, uygulayacakları yöntemleri de birbirinden ayrı yapacaktı. Nitekim bu konu, misyoner Allen’in 7 Aralık 1891’de Dr. Smith’e yazdığı mektupta açıkça görülmektedir. Bu mektupta, ‘Planlarımız her şehre göre farklı olmalı, Harput’ta uyguladığımız çalışma planını Van’da uygulayamayız. Van’ın Harput’tan farkı var. halk dağınık halde yaşıyor. Vaaz vermek için tek bir yer var, orası da kilise değil derslik.’ olarak belirtilmektedir. Protestan mezhebinin temsilcileri olan Amerikalı misyonerler, ilk olarak imparatorluğun hakim kitlesi olan Müslümanlar arasında çalışmaya başladılar. Ancak geleneksel Osmanlı yaşam tarzı ve Müslümanların dini duygularına sıkı bağlılıklarından dolayı bir başarı sağlayamadılar. Bunun üzerine misyonerler ikinci çalışma alanı olarak Musevileri seçtiler. Bu konuda misyoner VVİlliam G. Schauffer görevlendirildi. Ancak Schauffer’in de dini bir bütünlük ve din kurallarına olan sıkı bağlılığından dolayı, Musevilere Protestanlığı benimsetmek mümkün olmadı.

Her iki topluluk üzerinde başarı sağlayamayan misyonerler, bu defa üçüncü çalışma alanı olarak tespit ettikleri Rumlara yöneldiler. Nitekim, Haziran 1831 yılında İstanbul’a ailesi ile birlikte gelen William Goodejl,. Rumların doğru yolu bulması için çalışmalara hemen başladı. Öncelikle, Rumlar için İstanbul’da dört okul açıldı. Fakat, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında yaşayan azınlıklardan ilk olarak Rumlar arasında milliyetçilik duygusunun geliştiği ve kendi milli devletlerini kurmayı hedefledikleri, bu amaca ulaşabilmek için de Amerikan eğitim sistemini örnek alarak kendi okullarını kurdukları ve cemaatlerini Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak için bilinçlendirdikleri göz önünde tutulmadı. Bunların sonucunda, Amerikalı misyonerlerin Rumlar arasında yaptıkları çalışmalarda da istenilen amaca ulaşılamadı.”

Yrd. Doç. Dr. Esra Danacıoğlu da “Ferasetli Alım, Büyü Ustası, Öncü Kuvvet-Anadolu’da Birkaç Amerikalı Misyoner (1820-1850) başlıklı makalesinde Amerikalıların Anadolu’daki misyonerlik faaliyetine ilişkin doyurucu bilgiler vermektedir:

“19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Amerikan misyoner faaliyetleri, özellikle misyoner okullarının farklı Hıristiyan toplulukların ulusal kimliklerinin inşasındaki katkıları, Osmanlı eğitim dizgesinin yüzyıl sonlarında biçimlenişindeki etkileri, İngiltere ve Amerika’nın bölgeye yönelik politikalarında oynadıkları muhtemel roller açılarından Türkiye’de araştırmaya değer görülür.

“…İlk misyonerler ‘kafirler arasında inancın kutsal ışığını yaymak’ amacıyla Osmanlı topraklarına gelmiş olsalar da 1820’li yıllarda İstanbul ve İzmir’de çoğunlukla Levanten kolonilerinin içinde tutunmaya çalıştılar. İlk cemaatlerini konsolosluk çalışanları, Levanten tüccarlar, İstanbul ve İzmir’deki gemici kolonileri oluşturuyordu. Asıl varolmaları gereken ilişkilerde ve dünyalarda ise misyonerleri bir dizi güçlük bekliyordu. Bu güçlüklerden ilki, misyonerlerin bizzat fiziki varlıklarının ilk elden yarattığı yabancılık duygusudur.

“Sonraki yıllarda sakalı olmayan birinin Müslüman, Yahudi veya Hıristiyanların arasında alimlik iddiasında bulunamayacağını kavradıklarında, kendi içlerinde bir dizi tartışmadan sonra hem İran’da hem de Osmanlı topraklarında bazı misyonerler sakal bırakmaya fes takmaya hatta sarık sarmaya başladılar.

“Tıp ile büyünün, bilgi ile söylencenin birbirine karıştığı 19. yüzyıl Anadolu’sunda ellerinde haritalar, kinin tabletleri, şuruplar, termometreler ve daha sonra fotoğraf makineleri ile gezen Batılı gezginler veya misyonerler bir tür gizem hatta büyü halesi ile çevrili olarak algılandılar, bunlar arasında ‘varlıkları’ bir tür söylenceye dönüşenler de olmadı değil. Bu konuda tipik bir örnek Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu hekim-misyoner-dağcı Elnathan Gridley’in öyküsüdür.”

89 H. Bülent Kahraman /  Sabah

90  Emrullah Erdinç / TEMPO

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Osman ERAYDIN

Osman ERAYDIN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx