YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6637b63b4d133
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 8
Bugün : 13816
Dün : 17958
Bu ay : 96686
Geçen ay : 737322
Toplam : 23612972
IP'niz : 18.117.72.224

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

(Light) Layt: Yağı alınmış, özü bozulup bayağılaşmış, sahibine yararlı, rakibine zararlı olmaktan çıkarılmış, anlamındadır.

Layt İslam: Cihat şuuru, adalet ve hakimiyet ruhu, bağımsızlık ve liderlik onuru körletilmiş, emperyalizme ve siyonizme uyumlu hale getirilip köleleştirilmiş bir anlayışı yansıtmaktadır.

Layt ve ılımlı Müslüman: Burulup kısırlaştırılmış, yani kancıklaştırılmış olmasına, kutsallarını savunma ve Kur’ani kurallara sahip çıkma gayretinin törpülenip yozlaştırılmasına rağmen; bunlar eliyle saf müminleri ve mazlum milletleri daha rahat sömürmek üzere, reklamı yapılan sahte kahramanlardır.

Bu layt kahramanlar, aslında; dünyalık şöhret, servet ve etiket uğruna, dini hamiyet ve haysiyetini satan ve kendilerine bağlı cahil ve gafil insanları, Amerika ve Avrupa’ya pazarlayan bir nevi “gavat Müslüman”lardır. Bosna’da, Irak’ta, Afganistan’da on binlerce Müslüman kızın kadının ırzına geçen Amerika’ya dua etmek ve haklı göstermek gavatlıktan da öte bir gavur uşaklığıdır.

Bu nedenle, tarihe uzaktan bakmak lazımdır. Yakından bakılırsa tıpkı satranç tahtası gibi tablonun geneli kaçırılır. Bir Filozof: “Zaten tarihi yalancılar yazar!” diyor. Bu nedenle gerçek tarih ile yazılı tarih arasındaki farkı daima iyi gözetmek lazımdır.

Hele hele sinemanın yazdığı tarihle gerçek tarih arasındaki uçurumu çok iyi bilerek filmleri izlemek şarttır. Öyle ya, bizim Yeşilçam filmlerine bakılacak olursa, Osmanlı bütün fetihlerini Bizans kralının karısı-kızını ayartarak, bir çeşit kaleyi içten ele geçirerek yapmıştır. (BKZ: Malkoçoğlu, Battal Gazi, Kara Murat filmleri!) Gerçek öyle değil tabii; fetih ruhu kifayetsiz ve bilinçsiz sinemacının elinde, tarih şuurundan yoksun bir şekilde oyuncağa dönüşürse, ortaya izlenince tebessüm edilen, ciddiye alınmayan filmler çıkmaktadır. Avrupa ve Amerika’da durum bundan farksızdır.

Hollywood, birkaç sığır çobanından inanılmaz derecede -sayıca fazla- kahraman üretmeyi başarmıştır. Üstelik gerçek üstü westernler ile bunu başarmıştır.

Mahir Kaynak, kişilerin karakterlerini ve girişimlerin perde gerisini anlamak konusunda bazı ipuçları veriyor ama, ürkeklik ve süper güçlere karşı acizlik psikolojisiyle hareket ediyordu:

“Önemli olayların cereyan ettiği dönemlerde gelişmelerin perde arkasını ve kimin ne yaptığını öğrenmeye daha büyük bir gayret gösteririz ve bir çok bilgiye ulaşırız. Çünkü medya bunlardan söz etmekte, yönetenler ve yetkililer sürekli beyanat vermekte ve halk bununla ilgilenmektedir. Ancak neyin olup bittiğini, bu hareketlerin neleri hedeflediğini ne o gün ne de daha sonra doğru dürüst öğrenemeyiz. Mücadele sürecinde taraflar bilgiyi kendi mücadele araçlarından biri olarak gördüğü için, daha sonra da geleceğe yönelik projelerini desteklemesi amacıyla saptırırlar.

Halka yönelik olarak böyle bir tavrın sergilenmesinde yadırganacak bir şey yoktur ve hatta bu gereklidir. Çünkü mücadeleyi kazanmak birilerinin doğruları bilmesinden daha önemlidir. Asıl sorun ve kusur; bir ülkeyi yönetenlerin de benzer biçimde, saptırılmış bilgilere dayanarak hareket etmesidir. İşte AKP kurmayları ve ılımlı İslam kahramanları bu kategoridedir.

Bizim verdiğimiz bu örnekler dış güçlerce belirlenmiş şeytan stratejilere uygun olmadığı için ülkenin yürüttüğü mücadeleyi baltalamakla suçlanırız. Eğer yapılan yanlışları översek, gelişmelere hiçbir katkımız olmaz ve söylemekle söylememek arasında bir fark kalmaz.

Hatırlayınız yakın geçmişte: Zamanın başbakanı, daha sonraki bir sözünde, ABD’nin Öcalan’ı neden bize teslim ettiğini bilmediğini söyledi. Kendisini iktidara taşımakta önemli rol oynayan ve kısaca terör olarak adlandırdığımız olaylarda bir dönüm noktası olan bu eylemin sebebini başbakan bile bilmiyordu ve bu devletin hiçbir kademesinin bilmediği anlamını taşıyordu. Yapılan yorumlar ya suçlamak yada  alkış tutmak biçimindeydi ama bu ne ABD’nin bu konudaki politikasının neyi hedeflediğini ne de bizim ne yapmamız gerektiğini kimse konuşmuyordu..

12 Mart döneminde darbeciler arasında yer alan emekli bir asker, daha sonra MİT Müsteşarı olan bir zatın da bu hazırlığın içinde yer aldığını söylüyordu. Oysa herkes 12 Martın bir karşı darbe olduğunu ve 9 Martçıları tasfiye ettiğini düşünüyordu. İlginç olan daha sonraki 12 Eylül müdahalesi süresinde darbenin neden hükümete haber verilmediği tartışma konusu yapılıyordu. Bu beklenti, en hafif tabiriyle, bir aymazlık kokuyordu. Oysa ben, o dönemde, esir düştüğümü kabul ediyor ama konumuma uygun davranılması gerektiğini düşünüyorum.

Olayları öğrenmenin bir tek yolu vardır. Nelerin niçin yapıldığını, kimlerin ve hangi hedefleri amaçladığını, ancak akıl yürütme yoluyla anlayabiliriz. Kendimizi bir taraf olarak değil, başka bir gezegenden gelen birisi gibi görmekle ve olayların nasıl yapıldığını, söylenenlere bakarak değil, bu iş nasıl yapılabilir ve amcacı ne olur sorusuna cevap vermekle doğruya ulaşabiliriz. Ama ne var ki, eğer böyle yaparsanız o zaman da komplocu sayılırsınız ve sözlerinizi anlamsız kılmak için başka bir senaryo sahneye sürülür karalanmak istenirsiniz.”41

Bu sahte kahramanları ve layt Müslümanları siyaset cephesinde Recep T. Erdoğanlar, dini hizmet cephesinde Fetullahçılar temsil ediyordu:

Diyorlar ki:

AKP Türkiye için bir şanstır!

Niye şansmış diye merak ediyoruz!

Cevabını hemen veriyorlar: Radikal dincileri yumuşattığı için şanstır!

Radikal dincilerin yumuşatılması ile birçok tehlikenin önüne geçilmiş oluyormuş!

Bu dincileri yumuşatma tespitine biz de katılıyoruz.

Ve diyoruz ki bu AKP’nin en önemli fonksiyonu haline gelmiştir!

Sadece radikal dincileri değil sıradan dincileri yani sokaktaki sade vatandaşı bile yumuşatmışlardır!

O kadar yumuşatmışlardır ki, ülke yumoşlardan geçilmez hale gelmiştir!

Bugün AKP çatısı altında bulunan nice dostumuz, nice arkadaşımız, nice kardeşimiz var!

Geçmişte onların dinciliği yanında bizler yaya kalır ve bu rahatlığımız yüzünden epey eleştiri alırdık!

Takdir-i ilahi!

Bugün onlar radikallikten uzaklaştılar!

Din ile ilgili niyet ve düşüncelerini ya askıya aldılar ya da uzak zamanlara ötelediler!

Şimdilerde keyiflerine bakmaktalar!

Servetlerine servet katmaktalar!

“Reel politik” diye dillerine doladıkları bir söylem çerçevesinde geçmişte itiraz ettikleri her şeyi bugün baş tacı yapmaktalar!

“Faiz” bir reel politik oldu, “nikahsız beraberlik” yani “zina” bir reel politik oldu, arada sırada bir-iki kadeh içmek reel politik oldu!

Bütün bunlara rıza gösterirken de “Yeter ki vatandaşın cebine üç-beş kuruş fazla girsin” gibisinden bir mazeretleri(!) var! Evet, kimilerinin yaptığı bu tespit doğrudur!

AKP dincileri yumuşatarak alenen yumoş fonksiyonunu üstlenmiştir!

Dünün hızlı radikalleri bugünün yumoş, tontoş, liboş’ları olmuşlardır!42

Şimdi izan ve insaf sahibi olarak söyleyin; Fetullahçılar ve AKP kanadı mı daha samimi ve seviyeli, yoksa Yaşar Büyükanıt Paşa mı?

Büyükanıt Paşa’nın iftara, namaza ve din adamına saygısı

“Büyükanıt Paşa’nın izniyle Orduevinde toplu iftar verildi. Genelkurmay Başkanı’nın özel odasında toplu namaz kılınmaya müsaade edildi. üstelik müftünün protokole girmesine Korgeneral Büyükanıt “olur” dedi.

1994-1999 yılları arasında Refah Partisi’nden Diyarbakır Belediye Başkanlığı yapan Prof. Dr. Ahmet Bilgin, o döneme ilişkin ilginç anıları içinde şu bölümler dikkat çekiyor:

Orduevi’nde iftar yemeği

1997 yılının Ramazan ayında Diyarbakır’da iftar yemeği verilebilecek düzgün bir mekan arıyordum. O dönem Diyarbakır’da şimdiki gibi lüks oteller bulmak oldukça zordu. Uygun bir mekan ararken aklıma birden Diyarbakır Orduevi geldi. Diyarbakır’ın o günkü şartlarında orduevi, ilin olanakları açısından en uygun mekândı.”

“Bu düşüncemi paylaşmak üzere o dönem 7. Kolordu Komutanı olan Yaşar Büyükanıt Paşa’nın yanına çıktım. Ramazan ayı boyunca iftar yemekleri verebileceğim uygun bir mekan aradığımı ve en uygun mekanın da orduevi olduğunu kendisine ilettim. Yaşar Paşa bu teklifim karşısında ‘Olur’ dedi.

Müftü ile generallere protokolde yer verildi

“Paşa’dan aldığım olumlu cevaptan sonra Ramazan’da sık sık orduevinde iftar yemeği veriyordum. Generaller, vali, ilçe belediye başkanları ve muhtarların yanı sıra müftüyü de orduevinde verdiğimiz iftar yemeklerine davet ettim. Protokol sırasında yeri olmayan müftüyü, vali ve generallerle aynı protokol sırasına aldım.”

“Müftüyü (dönemin Diyarbakır Müftüsü Mehmet Köse) iftar sofrası protokolüne almam üzerine, orduevinde askerler arasında gözle görülür bir telaş yaşandı. Üst düzey rütbeli askerden tepki alacaklarını bilen askerler ‘Başkanım, müftünün protokol sırasında yeri ve ismi yok. Eğer müftüyü oturtursan komutanlarımız bize kızar’ diyerek beni vazgeçirmeye çalıştılar. Ama Yaşar paşa ise müftünün protokolde yer almasına “olur” dedi ve olgunluk gösterdi.”

Toplu namaza saygı gösterdi

Emir subayına ‘Namaz kılacağız, mescid nerede?’ diye sordum. Emir subayı ‘Orduevlerinde mescid olmaz’ dedi. Bu cevap beni şaşkına çevirdi. ‘Hiçbir şeyin eksik olmadığı, her şeyin düşünüldüğü orduevinde mescit düşünülmez mi?’ dedim. Masadan kalktım. Orduevinde namaz kılınacak uygun bir yer ararken aklıma birden orduevlerinde Genelkurmay başkanlarına tahsis edilen ve geldiği zaman kalması için sürekli hazır tutulan özel daireleri geldi. Emir subayına özel dairede namaz kılacağımızı söyledim. Genç subayın rengi bir anda kül gibi oldu. ‘Nasıl olur başkanım. Özel dairede namaz kılmak görülmüş şey değil.’ Ama ben ısrarlı tavrımı sürdürdüm. ‘Bir şey olmaz. Aç! Sadece namaz kılacağız’ dedim.”

“Bu sözlerim üzerine emir subayı askerlere ‘odanın kapısını açın’ talimatı verdi. Askerlerden temiz çarşaf getirmelerini istedim. Çarşafları seccade niyetine yere serdikten sonra müftü imam oldu. Ve cemaatle o özel dairede namaz kıldık. Tabii namazı cemaatle kıldığımız için sesler dışarıdan rahatlıkla duyuluyordu. Bazıları telaş gösterdi ve sinirlendi. Durum Yaşar Paşa’ya iletildi. Yaşar Paşa, namazın özel dairede kılınmasına rıza gösterdi.”43

Fetullahçı Aksiyon yazarı Hamdi Yılmazer: “Esir zihinler”in istiklâli AKP ve dindarlara bakıyor” başlıklı yazısında AKP ve ABD’yi kurtuluş umudu olarak gösteriyordu:

Kendi ülkemizde bağımsız yaşarken, geçen zaman yeni şeyleri fark ettirdi. Vatan kurtarmak “kayıtsız şartsız egemenlik” için tek başına yeterli olmuyordu galiba!

Askerini çeken ülkeler bir şekilde içimize giriyor ve kararlarımızı fazlasıyla etkiliyordu.

Mesela biz cumhuriyet ilan ederek, hatta seçme ve seçilme hakkını ileri ülkelerin birçoğundan daha önce kadınlara vererek öne geçmeyi bile başarmıştık. Nereden peydahlandıysa Cumhuriyetten sonra bir demokrasidir çıktı karşımıza. Onunla uğraşırken bu sefer de Sovyetlerden gelen sol fikirler geçliğin kafasını bulandırmaya başladı.

Kurucu iradenin benimsetmeye çalıştığı ideoloji, genç kuşakların kafasında anaforlar meydana getiren dış mihraklı fikirlerin gölgesinden kurtulamıyordu bir türlü!

Nedense “ulusalcı” denilen parçalı bulutlu oluşum meydana çıkıncaya kadar bütün dünyayı yeniden diriltecek ideolojinin Kemalizm’den başkası olamayacağını dile getiren çıkmamıştı.

Bu arada göçmen işçilerin durumunu gözlemleyerek yazmayı düşünen bir Alman, Türkleri anlatan romanına “En alttakiler” ismini uygun görmüştü.

Neyse…

Vatandaşlarımıza sahip çıkamasak da, onları Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin alnı ak vatandaşları olarak, başı dik, sırtı pek temsilcilerimiz konumuna taşıyamasak da zararı yoktu!

Şükürler olsun ki egemenliğimize dokunan bir tarafı olmuyordu!…

Ne zaman ki…

Evet, ne zaman ki başbakanlar iş adamlarını uçaklarına alıp birlikte dünyaya açıldı. Onları ihracata, sınır ötesi yatırımlara teşvik etti. Sırtlarını sıvazlayıp, önlerindeki engelleri kaldırmaya başladıysa…

Yani devlet vatandaşına güvenip, “Gidin! Arkanızdayız.” demek istediyse, işte o zaman, her şey egemenliğimize dokunmaya başladı.

“Tanrı dağı kadar Türk, Nur dağı kadar Müslüman” olan insanlarımız, eğitim projeleri geliştirip, dünyanın dört bir yanına açıldıysa…

Yani alan el değil, veren el olarak dünyanın çeşitli milletlerine insanlık elini uzattıysa.. işte o zaman egemenlik problemleri dile getirilmeye başlandı.

Diplomatlarımızın problemleri çözemese de, taviz vermeden dönmesi “Devletin onurunu korumak” sayılırken, problem çözen, inisiyatif alan ve durumumuzun ne kadar zor olduğunu anlatmak için her meselede ileri sürülen “Türkiye’nin stratejik konumu” bizi savunmaya iten değil, aksine avantajlı duruma geçiren bir koz olarak değerlendirilmeye başlandıysa işte o zaman “Türkiye’nin peşkeş çekildiği”ne dair çığlıklar atılmaya başlandı.

“Esir zihinler” güya kutsayacak kadar TSK’yı önemsiyor.

Hükümeti de, “Sırtını ABD’ye dayamadan ayakta duramayacağını bildiği için iyi geçinmenin yollarını aramaktan başka çare bulamamakla” suçluyor.

Sanki Türkiye’nin ABD ile yakın ilişkisi AKP iktidarıyla başlamış gibi davranıyor. Laiklik konusundaki çıkışlarından dolayı YÖK Başkanını, atamaları engellediği ve süresi dolduğu halde yerinden ayrılmayıp, vekâleti Sayın Bülent Arınç’a vermediği için sabık cumhurbaşkanını alkışlıyor.

Ama…

ABD emperyalizmine karşı durma iddiasında bulunurken harp silahlarında ABD’ye ne kadar bağımlı olduğumuza bakmıyor. Eğer gerektiğinde “Atatürk’ün emperyalizme karşı savaşı örnek alınarak” ABD ile bütün köprüleri atmak göze alınacaksa, hangi silahların kullanacağını düşünmüyor. Rusya yahut Çin’den karşılanabileceğine ihtimal veriyorsa maliyetleri ve o paranın nereden bulunacağını değerlendirmiyor.

Öyle biri ya da birileri var mı?

Varsa neden ortalarda görünmüyor ki?”44 diyen Fethullahcı ve Amerikan mandacısı zaman yazarı ABD ve AB’den başka kurtuluş çaresi bulunmadığını söyleyecek kadar alçalıyordu.

Reşat Nuri Erol’un güzel yorumlarıyla:

Malum olduğu üzere, her şeyin ikili yaratıldığı bir dünyada, bir kâinatta yaşamımız devam ediyor.

Adalet ve zulüm, iyilik ve kötülük, doğruluk ve yanlışlık, güzellik ve çirkinlik, faydalılık ve zararlılık… Bunlar yani bu iki şeyler işte böylesine çoğaltılarak uzayıp gider…

“Her şeyi ikili yarattık” diyor, Kur’an.

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz.” diyor, Hazreti Peygamber Aleyhisselam.

Hani Necip Fazıl “Sakarya Türküsü” destanında “Birinden nur akar, birinden kir” demiş ya; işte aynen öyledir, bu iki şey…

Evet, çok değil, sadece iki şey…

İki şey insani “nitelikli insan” kılacaktır: 1- İradeye hakim olmak. (O irade ki; his, fikir ve ünsiyet ile birlikte insanın dört temel melekesinden biri.) 2- Uyumlu olmak.

İki şey “ekstra değer” katacaktır: 1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak. 2- Anlayarak hızlı okumayı başarmak.

İki şey geri bırakır: 1- Kararsızlık içinde bocalamak (Bilindiği üzere en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir.) 2- Cesaretsizlik ve girişim ruhunu boğmak.

İki şey kaşif yapacaktır: 1- Nitelikli çevrede, bilinçli ve birikimli bir ekip içinde olmak. (Kemiyet ve keyfiyet, nicelik ve nitelik daim aklımızda ve gündemimizde olmalı.) 2- Biraz delilik, ve kahramanlık geni taşımak.

İki şey, ömür boyu boşa kürek çekmekten kurtarır: 1- Baskın yeteneğimizi bulmak. 2- Cidden sevdiğimiz işi yapmak.

İki şey başarının şartıdır: 1- Ustalardan ustalığı kavramak. 2- Kendini sürekli güncellemek ve olgunlaştırmak. (İki günü birbirine müsavi/eşit olan ziyandadır/zarardadır.)

İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır: 1- Niyetini saf (temiz) tutmak. 2- Ruhsal (duygusal) farkındalık içinde aynılığı yakalamak.

İki şey milyonlarca insandan ayırır: 1- ‘Sorun’un değil ‘çözüm’ün parçası olmak. 2- Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşmak.

İki şey gelişmeyi kısırlaştırır: 1- Aşırılığa kapılmak (mübalağa, abartı, ifrat, tefrit). 2- Felakete odaklanmış olmak.

İki şey çözümü kolaylaştırır: 1- Tebessümle karşılamak (gülümseme, sırıtma veya kahkaha değil!) 2- Sükut (susmak). Kimi zaman ‘söz’ gümüş olsa da ‘sükut’ altındır.

İki şey “kalitesiz insan”ın ahlakıdır: 1- Sürekli şikayetçi olmak. (Şikâyet eden değil, şükreden olabilmek önemli.) 2- Dedikodu (ya da gıybet).

İki şey çözümsüz görünen problemleri kolaylaştırır: 1- Bakış açısını değiştirip olumlu yaklaşmak. 2- Karşındakinin yerine kendimizi koymak.

İki şey yanlış yapmana engel olacaktır: 1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirip yorumlamak. 2- Hak yememekten ve hak etmediği şekilde övülmekten sakınmak.

İki şey kişiyi gözden düşürüp alçaltır: 1- Demagoji yapmak (laf kalabalığı). 2- Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek).

Hayat, dünya hayatı, bugüne kadar yaşadıklarımız ve bundan sonra yaşayacaklarımız hep bu ikilem yani işte bu “iki şey” üzerine bina edilmiş gibidir. Sünnetullah yani sosyal ve doğal kanunları böyle işlemektedir. Böyle olduğu içindir ki “irademizi” kullanabilmek gerekmektedir.

Dünya işte bu “iki şey” sayesinde imtihan dünyası olabilmektedir.

Dünya ligi çok takımla değil, sadece iki takımla oynanıyor: Hak-bâtıl, melek-şeytan, doğru-yanlış, iyi-kötü, adil-zalim; yani öyle dolambaçlı değil, sadece iki takım, sadece iki şey mücadele etmektedir.

Seçim ‘iki kere iki dört eder’ kadar kolay, kesin, net, açık ve seçiktir.

O halde karar vermek ‘zor’ değil ‘kolay’dır ve “iki şey” arasında tercih senindir.”45 Yani safın, sınıfının ve sıfatının göstergesidir.

41 22.12.2007 / Star

42  03.01.2008 / Zeki Ceyhan / Milli Gazete

43 02 Ocak 2008 / http://www.aktifhaber.com/

44 3 Aralık 2007 / Aksiyon

45 03.01.2008 / Milli Gazete

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Bayram YÖNEM

Bayram YÖNEM

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx