YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6637b4073a330
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 8
Bugün : 13709
Dün : 17958
Bu ay : 96579
Geçen ay : 737322
Toplam : 23612865
IP'niz : 18.222.111.24

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Mehdi; “Hidayete erdirilmiş, hakikate yönlendirilmiş, İslamiyete ve istikamete sevk edilmiş” manalarına geldiği gibi, “insanları iman, ibadet ve iyilik yoluna ileten, Hakka ve hayra rehberlik eden seçkin kişi” anlamında, Ahir Zamanda zuhur ederek zulüm sistemlerini ve küfür saltanatını devirip, yeni bir adalet ve selamet dönemini gerçekleştireceği, hadislerle haber verilen bir lider şahsiyettir.

Mehdi konusunda, çok sayıda sahih hadis rivayet edilmiş ve İslam alimleri bunları “Mütevatir = Doğruluğu ve değerli olduğu büyük çoğunlukla benimsenen kesin ve yaygın haber” kabul etmiştir.

Sadece İbni Haldun gibi bazıları bunların; “zayıf” olduğunu söylemiş ama bunlar da, bidatçılıkla ve icmadan ayrılmakla itham edilmiş ve yerilmiştir. Hem zaten  “zayıf hadis” ler, “mevzu-uydurma” demek de değildir.

İstikbale, asırlar sonraki geleceğe ait, gaybi haberlerin çoğunda serahet (açıklık ve netlik) yerine, “müphem” lik ve “müteşabih”lik (yani belirsiz, örtülü ve benzetmeli ifadeler) görülmektedir. Ve böyle olması tabiidir.

Hadislerde 30 (otuz) kadar yalancı “Deccal” den haber verildiği halde, “Mehdi”den sayıca çok bahsedilmemiştir. Sadece her asır başı gelecek “Müceddit-yenileyici” lerden söz edilmiş, Mehdinin ise en son ve en büyük Müceddit, mürşit, müçtehit ve mücahit olacağı bildirilmiştir.

Farklı dönem ve ülkelerdeki Müslümanlar, işgalciler ve dış güçlerle işbirliği yapan zalim ve hain yöneticileri “DECCAL”, halka ve Hakka hizmet eden ilim ve eylem önderlerini de “MEHDİ” bilerek, İslami hırs ve heyecanlarını diri tutabilmişlerdir.

Özellikle Orta ve Batı Afrika Müslümanlarının, Emperyalist Avrupa ülkelerinin işgallerine ve sömürge sistemlerine karşı başlatılan bağımsızlık mücadelesine rehberlik eden şahsiyetleri “Mehdi” olarak vasıflandırmaları ve bu sayede çok önemli ve manevi bir direnç ve dinamizm kazanmaları, Batılı müsteşrikleri, özellikle Mehdi inancını körletmeye ve asılsız göstermeye yöneltmiş ve maalesef, batı taklitçisi ve takipçisi bazı yazarları ve hocaları da etkilemişlerdir.[1]

Halbuki, ilim ve fikir erbabına, yazar ve yorumculara düşen, Mehdi gibi asırlar sonraki olaylarla ilgili bu soyut haberleri ve bilgileri, günümüz şartlarına, ihtiyaçlarına ve anlayışına uygun, daha “somut” hale getirmektir. Çünkü istikbale ait gelişmeleri haber veren hadislerin özel bir yorum gerektirdiği kesindir.

Bu, sökülüp evin farklı bölümlerine dağıtılan bir saatin parçalarını bir araya getirmek ve onun “vakti gösteren bir alet” olduğunu bildirmek ve bir şifreyi çözmek gibidir.

Ancak bunları yaparken, “kesin hüküm vermek” yerine, gerekli teşhis ve tespit işini okuyucuya havale etmek en güzelidir. Yani evi göstermek yerine, adres vermek ve yol haritası çizmek daha münasiptir.

Bu gibi haber ve hadisler, iman, ibadet ve muamelat gibi “Dinin temel kaidelerini ve müminlerin genel görevlerini” ilgilendirmediği ve gaipten haber verdiği için, beklenir ve zamana havale edilir. Eğer olduğu veya işaret buyrulduğu şekilde çıkarsa, bu Hz.Peygamberin bir mucizesi, müminlerin de bir müjdesi telakki edilir. Ve bundan sonra, yine oturup bunların senedini ve sıhhatini tartışmak yersizdir. Çünkü artık zuhur etmiştir.

Örneğin, İstanbul’un Fethi gerçekleşmeden önce, onu müjdeleyen hadisin içeriği ve rivayet zinciri, bilinen hadis kriterleri çerçevesinde değerlendirilip, temkinle yaklaşılabilirdi… Ama bu hadisteki müjdelerin aynen gerçekleşmesinden sonra , hala sıhhat-senet tartışması, ilim gayreti değil, iman zaafiyetidir.

Bu arada, mehdiyetle ilgili; “ortaya koyduğunuz bütün işaret ve tespitler filan zat’ı gösteriyor!?” denilirse, cevabımız;

Öyle ise, haklı ve hayırlı hedeflerden ürkmek, aklımıza ve vicdani kanaatimize ters düşmek yerine, kendimize güvenmemiz ve yersiz kuşkularımızı yenmemiz ve gerçeği kabullenmemiz gerekmez mi?

15 asırdır en sağlam kaynaklardan rivayet edilen bu hadisi şerifleri, haşa biz uydurmadık…

Bediüzzaman Hz.lerinin, 50-60 yıl önceki müjde ve mesajlarını biz yazmadık…

Mevdudi gibi büyük alimlerin, 30-40 yıl önce yaptığı tespit ve tahminlerini, biz ısmarlamadık.

Bütün bu işaret ve beşaretler, eğer bugün bizlerin de tanıdığı, dünya çapındaki önemli bir şahsiyette tezahür ediyorsa, buna sevinmemiz ve sahiplenmemiz lazım gelirken, kuru bir inatla karşı çıkmak, bizi gerçeklerden ve vicdani tatminden mahrum etmez mi?

Mehdiyet müjdesine önem vermek… Bu konudaki hadis ve haberlere ilgi göstermek, hem böylesine büyük bir lidere duyulan ihtiyacımızın gereğidir. Hem de Peygamber Efendimize inancın ve saygının bir neticesidir.

Resullullahın ısrarla haber verdiği bir müjdeyi önemsememek… Asırlar boyu binlerce yüksek İslam aliminin, manevi bir icma ve ittifak halinde benimseyip bekledikleri, insanlık tarihinin bu en mutlu ve muhteşem devrimini küçümsemek, en azından koyu bir gaflet eseridir.

Yahudi ve Hıristiyanlar, çoğu kısmı yanlış yorumlanıp yozlaştırılmış ve hatta sonradan yazılmış kitaplarının işaretleri ve batıl hesap ve hevesleri doğrultusunda bir “MESİH” beklentisiyle taraftarlarını avutmaya çalışırken… Ve hatta inanç ve ahlak temelleri çöken toplumlarını “Batman”, “Süpermen” gibi hayali kahraman ve kurtarıcılarla ve Hollywood “Rambo”larıyla ayakta tutmaya çabalarken…

Bazılarının “Mehdi” inancı gibi, haklı, hayırlı ve mantıklı  bir ümit ve moral kaynağını kurutmaya çalışmaları, herhalde hayra alamet değildir!..

Yazar Ömer Lütfü Mete’nin şu tespitleri de oldukça önemlidir:

“Küresel çete (Siyonizm) de Yahudilik ve Protestanlık tarafından sentezleştirilmiş bir “Mesih” inancı ile “gelecek tasarımına” (Dünya’yı şekillendirme planına) yönleniyor. Buna hala “komplo teorisi” diyenlere, hepimiz tarih olmadan, sevgilerimi sunabileceğimi umuyorum”[2]

Öyle ise Mehdiyet gibi Müslümanlara dünya çapında bir gelecek umudu ve saadet ufku açan bir müjdeyi ve hadislerle sabit bir gerçeği örtmeğe çalışmak, eğer kasıtlı değilse mutlaka ahmaklıktır.

Yazar ikinci gün şunları söylüyordu:

“İnsanlık adına, gelecek tasarımı olmayanın, kendi ülkesinde köklü dönüşüm gerçekleştirme iddiasını fantezi bile saymam. Ayrıca evrensel açılımı olmayan her yerel tasarıyı, küresel çetenin (Siyonizmin ve emperyalizmin) dünya egemenliği hedefine teslimiyetle eşdeğer bulurum”[3]

Mehdi inancının, “müminleri beleşçiliğe, hayali beklentilere ve sorumluluklarını terk ve ihmal etmeye sevk ettiği ve bu yüzden gündeme getirilmemesi gerektiği” iddiaları da tamamen yersiz ve geçersizdir.

Çünkü “hüküm ekseriyete göre verilir”. Mehdi inancını, istismar ve suiistimal edenler ve bu beklentilerini görev ve sorumluluklarından kaçmaya bahane gösterenler, haliyle çıkabilir. Ama bu endişe ile, Mehdiyet Müjdesi, hak ve adaletin hakimiyet mücadelesi, kanaatimize göre, asla terk edilmeyecek bir gerçek ve vazgeçilmeyecek bir gereksinimdir.

İslamiyetin ve Mehdiyet Medeniyetinin çağdaş prensip ve projelere uygun düşmeyeceği… Demokratik ve laik rejimleri temelinden değiştireceği… Despotik ve dayatmacı, kapalı ve karanlık bir sistem getireceği yolundaki kuşkular ve kışkırtmalar da, tamamen cehalet eseridir veya kötü niyetle ve kasten körüklenmektedir.

Çünkü İslam, insanlığın barış ve bereket projesidir. Ayet ve hadislerle, “Hayırlı insan olma şerefini, ayrım yapmadan bütün insanlara  yararlı ve yardımcı olma şartına bağlayan İslam, Rahmani bir düşünce ve Rabbani bir düzen öngörmektedir. Bilgi ve eğitim eksikliği bulunan veya beyinleri yıkanıp şartlandırılan kesimler dışında, laiklik ve demokrasi ile İslamiyetin bir arada olamayacağını savunanlar;

Ya laikliği, ahlak ve maneviyat düşmanlığı şeklinde kullanmak isteyenlerdir.

Veya, İslamiyeti ve dini hizmetleri, makam ve menfaat aracı olarak istismara kalkışan kimselerdir.

Yeri gelmişken, İslamın diğer dinlerden farklı ve faziletli, iki önemli özelliğini de hatırlatmamız gerekir:

1-İslam, hukukta “içtihat” dönemini

2-Yönetimde ise “cumhuriyet” sistemini getirmiştir.

1-Beşeriyet tarihini, bir insanın hayatına benzetirsek, Hz.Muhammed’in (SAV)  gelişiyle, insanlık bir nevi buluğ çağına… Yani teklif (olgunluk ve sorumluluk) yaşına gelmiş gibidir. Artık yeni bir Peygamber ve yeni bir din gönderilmeyecek, bu ihtiyaç; “içtihat” yöntemiyle giderilecektir. Kuran; a)Mutlak doğruları  b)Kesin yanlışları ortaya koymuş, bu temel ve genel esaslara dayanarak, her toplumun kendi çağındaki ekonomik, siyasi, sosyal ve hukuki sorunlarını çözme yükümlülüğünü ve yetkisini, yine onlara ve aralarındaki ilim erbabına vermiştir.

İslam; 1-Akıl  2-Nakil gibi iki delil kabul etmiş ve hatta “akıl ile nakilin çatışması” durumunda “nakilin akla göre tevil ve tefsir edilmesi gerektiği” söylenmiştir.

Hz.Peygamberimiz, kendi hayatta iken bile, sahabelerine, problemlerini içtihatla çözmelerini önemle ve özellikle emretmiştir.

2-İslamın ikinci önemli özelliği; Cumhuriyet sistemini öğretmiş, öğütlemiş ve bizzat örgütlemiştir.

Efendimiz, ısrarlı talep ve tekliflere rağmen, kendisinin yerine bir halife (Devlet Başkanı) tayin etmemiş…Ashabı Kiramın, kendi içinden bir idareci seçmelerine imkan ve fırsat vermiştir. Yani kendi kendilerini yönetmelerini istemiştir. Bizzat Kuran; “emanetlerin (Devlet ve hükümet işlerinin) ehliyetli ve liyakatli kimselere verilmesini ve toplumda yaşayan bütün insanlar tarafından  (çünkü hitap sadece Müslümanlara değil) güvenilir ve iş bilir şahsiyetlerin seçilmesini özellikle emretmiş… Ve kurulan meşru hükümetlere ve adalet ve Hakkaniyet üzere gittikleri müddetçe, devlet düzenine itaat etmeyi, Allah’a ve Resulüne itaatten, hemen sonra zikretmiştir”[4]

Gururumuz ve en sağlam kurumumuz olan ordumuzu; her türlü hayırlı ve yararlı gelişim ve değişimin engeli ve çengeli gibi göstermek isteyenler… Ve hele yine dinimize ve manevi değerlerimize karşı olduğunu söyleyenler, açıkça iftira etmektedir…

Tam aksine, ordumuz, olumlu ve onurlu değişim ve devrimlerin öncülüğünü üstlenmiştir.

Evet, büyük ve kalıcı değişimler, geçici ve gevşek kurumların değil, köklü ve güçlü kurumların eliyle gerçekleştirilir ve sağlam zeminler üzerine bina edilir.

Tarihi şerefi, moral ve manevi değeri, üstün disiplin ve cesareti yanında, ordumuz en kabiliyetli ve en karakterli evlatlarımızın, yine en kaliteli bir eğitim-öğretim sürecinden geçirilerek… Ve ardından bilgi ve becerileri hizmet boyunca sürekli tazelenerek, vatanımızın ve bağımsızlığımızın sigortası olarak, varlığını ve saygınlığını muhafaza etmektedir.

Öyle ise;

Gerçek bir demokrasinin, örnek bir laikliğin ve Türkiye’nin mimarı olacağı yeni bir Mehdiyet Medeniyetinin oluşumuna, kahraman ordumuzun destek çıkmasından daha tabii ve talihli ne olabilir.

Unutmayalım ki ordumuz; makineleri değişse de sim kartı değişmeyen telefon misali, asırlar geçtikçe daha da gençleşen ve asla değişmeyen bir RUH ve ŞUUR taşımaktadır.

Alparslan’a ve aziz askerlerine, şanlı Malazgirt zaferini kazandıran ve Anadolu kapılarını açtıran, bu ruh ve inançtır.

Sultan 2.Mehmet Han’a ve mümtaz mücahitlerine İstanbul’un Fethini başlatan ve başartan… Çağ açıp çağ kapatan, bu anlayıştır.

İşte bu inanç ve anlayış, Çanakkale’yi geçilmez kılmış…

Atatürk’ün önderliğinde Milli Mücadele Destanını yazdırmıştır.

Kıbrıs Barış Harekatını, hem de dost ve müttefik(!) Amerika ve Avrupa’nın kahpeliğine ve ambargo hıyanetine rağmen zaferle sonuçlandıran işte bu imandır.

Evet, aziz Türk milletinin fıtratındaki yüksek asalet ve cesareti terbiye ve terakki ettiren, İslam’dır ve Kurandır.

İslam’la tanışamayan veya sonradan İslam’dan uzaklaşan Türk kavimlerinin durumu ise, ortadadır.

Dikkat edin…

Malazgirt’teki ordu, Alparslan’ın adını anarak değil…

İstanbul’u fetheden asker, Sultan 2.Mehmet’in ismini çağırarak değil…

Kurtuluş savaşındaki, Kıbrıs çıkarmasındaki ve PKK kavgasındaki Mehmetçikler, hiç kimseye sığınarak değil…

Hepsi de, “Allah, Allah!” diye coşarak ve bir gül bahçesine girercesine, O’nun huzuruna ereceğine inanarak, hücuma geçiyorlardı!…

Yani, padişahlar, paşalar ve diğer başlar değişse de…

Silahlar, sistemler ve sıfatlar değişse de…Velhasıl isimler, cisimler, resimler ve rütbeler değişse de,

Anadolu’muzda ve kahraman ordumuzda asla değişmeyen… Ve hatta değiştirilmesi teklif bile edilemeyen, işte bu inanç ve anlayıştır!

Ve şimdi, Atatürk’ün; “Başkalarından insaf ve merhamet dilenmekle, bir milletin şeref ve haysiyeti korunamaz!” sözünü hatırlamanın tam zamanıdır.

Peki, sürekli kredi dilenmek ve borç erteletmekle…

Ekonomik ve teknolojik yönden, başkalarına ve hele batılı barbarlara boyun eğmekle…

Güvenlik ve gelişmemizi, yani mutlu geleceğimizi, Avrupa Birliğinin bahşişinde görmekle, hürriyet ve haysiyetimiz korunabilir mi?

Bu, bahtımızı karartıcı şartlar ve onur kırıcı dayatmalarla AB’ye girecek olursak;

Nerde kalacak, Ulusal Devlet? Nerde duracak Milli Hükümet? Nasıl korunacak, Üniter Memleket?

Çünkü artık, anayasamızı ve kanunlarımızı Brüksel yapacak! İhracatımızdan ithalatımıza, savunmamızdan dış politikamıza…Kısaca siyasi, ekonomik ve sosyal tüm hayatımızı onlar ayarlayacak! Daha şimdiden bile tütünden pancarımıza, memur maaşından işçi kadrolarımıza, tekstil kotamızdan PKK’mıza kadar her şeyimize burnunu sokanlar, bizi hizmetçi diye kullanacak!

Ancak, AB, şayet Dünya Siyonizm’inin, küreselleşme adı altındaki köleleştirme tuzağından.. Ve sömürü ve sermaye tekelleşmesine kılıf olmaktan çıkarılıp, gerçekten temel insan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına dayalı, sosyal ve ekonomik bir ortaklığa dönüşebilse… Ve batılılar Haçlı ruhundan ve İslam korkusundan vazgeçebilse…

Elbette Türkiye bu oluşumda yerini alabilir, böylece doğu-batı kucaklaşmasına köprü olabilir.

Ama önce, Tuncay Özilhan ve Cem Duna gibi TÜSİAD’çıların, Amerika’da Newyork’taki Yahudi lobilerini ziyaretlerinde, küstah bir siyonistin; “Türkiye, Irak’taki savaş sonrası yeniden onarım ve yapılanma sürecinde, ihale şansı ve iş ortaklığı aramak yerine, önce karşılıksız hizmet etmeyi düşünsün!” şeklindeki, bizi “üye” değil “köle” kabul eden art niyetli ve kibirli düşüncenin bertaraf edilmesi gerekir.

Ve bizim kanaatimize göre, bu iş de Hz.Mehdi’nin görevidir. Mehdi; Vicdanlı ve inançlı  insanları, milli ve haysiyetli düşünce erbabını birleştirip, adil ve asil hedeflere yönlendiren ve uzun bir süre, bu işleri perde arkasından yürüten bilge liderdir.

Adil ve asil değerler etrafında Avrupa-Asya ortaklığını da… Doğu-Batı ittifakını da… İslam-Hıristiyan dayanışmasını da… Özetle, insanlığın hasret ve hararetle beklediği gerçek ve örnek bir barış ve bereket ortamını da, Mehdi önderliğindeki Türkiye gerçekleştirecektir.

Atatürk’ün “Yurtta barış, Dünyada barış” hayali ve hedefi de böylece yerine gelecektir.

Kendine güvenmeyen, bağımsız düşünemeyen, hakim ve hain güçlere köleliği tercih eden, yerli ve yüksek ümitler beslemekten ve hayaller üretmekten bile ürken, hakaret eden efendisini övmek için yılışan uşaklar misali, sürekli Batı hayranlığını geveleyen, kimliksiz, kemiksiz ve kişiliksiz tipler istemese de ve akılları yetmese de, bu böyledir.

Harp Akademilerinin sempozyumunda konuşan Paşamızın, tebrik edilecek tespitiyle; “Başkalarının kafasıyla üretilen çözümler, vücutlarımızla kafalarımızın yabancılaşmasından başka netice vermemektedir”. Evet, batılıların bakış açısı ve kafa yapısıyla düşünenler, kendi beynine ve tarihi birikimine güvenmeyenler, Milli ve yerli çözüm üretemeyenler sonunda, “çağdaş sömürge valilerine ve işgalci komiserlerine” dönüşmekte, başla beden ayrı düşmekte, yani yöneticilerle halk birbirinden kopup gitmektedir.

Ama çok şükür ki, otuz yıllık yeniden diriliş ve öze dönüş yolundaki hazırlık ve hizmetler, artık mutlu sona yaklaşmakta ve yürümektedir…

Toplumun her kesiminin aktif ve etkin biçimde seçime ve yönetime katılacağı ve hükümetleri denetleme ve gerektiğinde değiştirme mekanizmalarının kurulacağı, gerçek bir demokrasinin

Farklı din ve görüşten herkesin inancını ve hayatını birlikte ve huzur içinde rahatlıkla yaşayacağı… Devlet işleriyle din hizmetlerinin ayrılacağı, dinle devletin barışıp kendi sahalarında hizmet sunacağı örnek bir laikliğin…

İnsan sevgisine, adalet ve eşitliğe dayanan, ilmi ve insani prensiplerden kaynaklanan… Her yönden kalkınmayı ve temel insan haklarını korumayı amaçlayan, Türkiye merkezli yeni ve büyük bir Dünya Medeniyetinin ifadesi olan Mehdiyet Müjdesinden;

Şeytanın düzeni Siyonizmin kuklaları ve Deccalin uşakları olan Masonlar ve menfaatçiler hoşlanmasa da…

“Sizi biz kurtardık. O nedenle bizim kullarımızsınız!” havasındaki despotik devrimbazlar yanaşmasa da…

Din istismarıyla geçinen ve bunun devamı için, bozuk ve barbar sistemle ve dünya Siyonizmiyle işbirliğine girişen münafık din adamları ve yobazlar huzursuz olsa da…

“Aydın ve bilgin” kılıfına bürünen… Kalbini ve kalemini güç odaklarına kiraya veren karanlık kafalı bazı yazar ve yorumcuların uykuları kaçsa da…

Ve bütün bunların etkileyip sürüklediği, kurbağa misali çok ses çıkaran kuru kalabalıklar karşı çıksa da…

Yine de kesinlikle, zulüm ve zillet dönemi kapanacak…

Sömürü ve sefalet düzeni yıkılacak…

Adalet ve saadet medeniyeti, mutlaka ve pek yakında kurulacaktır!…

Korkmayın! Mehdiyet devrimi, merhamet medeniyetini doğuracaktır!


[1] Bilgi için Bak: Hadis Ansiklopedisi-Kütübü Sitte. Prof. İbrahim Canan Akçağ. Zaman… C.14. sh:82-83. Ayrıca; sh: 67-98 arası

[2] Sabah 21 Ağustos 2003-Geleceğin Ampülü Ö.Lütfü METE

[3] Sabah: 22 Ağustos 2003 Ö.Lütfü METE

[4] Nisa:58-59

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Milli Çözüm Dergisi

Milli Çözüm Dergisi

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx