YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
662aff77266af
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 4 6
Bugün : 2425
Dün : 19362
Bu ay : 609239
Geçen ay : 453014
Toplam : 23388203
IP'niz : 18.191.84.32

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

İSRAİL; ÇIBANBAŞI

        

Annapolis’te yapılan ‘Barış Konferansı’ sadece bir aldatmaca oluyordu!

Kasım 2007 tarihinde Annapolis’te yapılan ‘Barış Konferansı’yla Ortadoğu’nun geleceği masaya yatırılmıştı. Arap ülkelerinin de katıldığı toplantının Filistin ve İslam dünyası için hiçbir avantaj sağlamayacağı belliyken toplantıda; “İsrail devletinin, ‘Yahudi’ özelliğinin tanınması için bastırması ve ABD’nin Ortadoğu’da İran’ı yalnızlığa götürecek adımlar atması” anlamlıydı. Hamas, Hizbullah ve destekleyenlerinin de devre dışı kalması için fırsat oluşturan toplantıdan çıkacak kararların İslam dünyası için tam bir felaket olduğu açıktı. Toplantıya çağrılmayarak devre dışı bırakılmaya çalışılan Hamas ise “Batı Şeria ve Gazze’de Siyonist işgale karşı direnişin artacağına tanık olunacağını” vurgulamıştı.

İsrail’le masaya oturmaya başladığımızdan beri hep kaybediliyordu!

“Masaya oturmaya başladığımızdan beri hep kaybeden taraftık. Baktığımız zaman barış konferanslarının başladığı 1991’den bu yana Filistin’in siyasi, coğrafi veya kültürel hiçbir kazanımı olmamıştır. Bu toplantıda Filistinliler ile İsraillilerin arasında nelerin tartışılacağına önceden karar verilip, daha sonra bunlar üzerinde konuşulmaya başlanmıştır. Bundan sonra ise ele alınacak konu Hamas’ı ve Hamas’a destek veren Filistinlileri ortadan kaldırmak olacaktır. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas bunu yapmaya zorlanacaktır. Sonra da İsrail’in Yahudi varlığı ve devlet bağımsızlığı kabul edilmiş olacaktır. Bundan daha kötü ne olabilir ki? Oysa İsrail çekilse sorun kalmayacaktı. Büyük ihtimal İsrail ordusu, bu toplantının hemen ardından Gazze’ye saldıracak ve büyük katliamlar yapacaktır.” diyenler haklı çıkmış ve bunlar yaşanmıştı. İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi durumunda bu tür toplantılara gerek kalmayacağı açıktı.

Hamas Liderlerinden Dr. İsmail Rıdvan; “Toplantı, ayrılıklarımızı derinleştirecek” tespitini yapmıştı.

Öte yandan İslami Direniş Hareketi Hamas liderlerinden Dr. İsmail Rıdvan, Amerika’nın başkanlığında “Annapolis’te yapılan konferansın Filistin davası ve bölgeye yönelik olumsuz sonuçlarının olacağını” vurgulamış, Arap devletlerinin Dışişleri Bakanları nezdinde konferansa katılacaklarını ilan etmelerini de üzüntüyle karşıladıklarını açıklamıştı. “Konferans, Arapların, Müslümanların ve hatta Filistinlilerin hiçbir menfaatini gerçekleştirmeyecektir. Konferans Siyonist düşmana destek olmak için Filistinlinin Filistinliyle, Müslüman’ın Müslüman’la, Arabın Arap ile olan ayrılıklarını derinleştirecektir” gerçeğini hatırlatmıştı.

“Bu konferans, Abbas’ı götürebilir” diye de yorum yapanlar, Onu avuçlarına almışlardı.

Dönemin İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, ABD’nin Annapolis kentinde yapılan Ortadoğu konferansında anlaşma sağlanamaması halinde, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın iktidardan olmasına yol açabileceğini hatırlatmıştı. Carl Bildt’in, Dagens Nyheter gazetesinde yayımlanan makalesinde, Annapolis konferansının, İsrail ile Filistinliler arasındaki sorunda, “gerçek iki devlet çözümü için son fırsat” olabileceğini vurgulamıştı.[1]

Sürekli ve Sistemli bir İslam Düşmanlığı Yapılıyordu.

İslam’a karşı uğursuz saldırı ve hakaretlerin hepsinin; Yahudi güdümlü ABD’nin öncülük ettiği “küresel savaş”la, “terör”le bir yerden bağlantısı olduğu ortaya çıkıyordu. Bu çok sistemli bir çalışmaydı ve Batı toplumu bu yönde yeniden eğitiliyordu. Tarihsel olayları kendi bağlamından koparıp, bugünkü gelişmelerle ilişkilendirme çabasındaki çarpıklık örneklerinden biri ile daha karşı karşıyaydık ve özellikle iki binli yılların başlarında bu ve benzeri çok sayıda olay yaşanıyordu. Örneğin; İslam Peygamberine yönelik ağır hakaretler içeren, Peygamberi ve Ümmetini “aptallar” ve “teröristler” olarak gösteren karikatürlerin 2005 yılında Danimarka basınında yayınlanması, ardından bütün Avrupa basınında Müslümanlara karşı bir gövde gösterisine dönüştürülmesi bunların devamı oluyordu.

Yine, 2006 yılında Katolik dünyasının dini lideri Papa 16. Benediktus’un; Bizans imparatoru Manual II Paleologos’tan yaptığı, “Hz. Muhammed’in gayri insani ve şeytanca olanın dışında yeni bir şey getirmediği”ne yönelik sözleri bir başka küstahlıktı. Bu kampanyada yerlerini alanlar öyle edepsizleştiler ki, Hollanda’dan bir siyasetçi çıkıp; “Hazreti Muhammed hayatta olsaydı ve Hollanda’da yaşasaydı onu kovardım. Bir İslam tsunamisi ile karşı karşıyayız. Eğer Müslümanlar Hollanda’da yaşamak istiyorlarsa, Kur’an’ın yarısını yırtıp atmalılar, imamları dinlememeliler, çünkü Kuran’da korkunç şeyler söylendiğini biliyorum” diyebilmişti. Ve yine İsveç’te benzer bir karikatür rezaleti yaşanmıştı.

Bu uğursuz saldırı ve hakaretlerin hepsinin ABD’nin öncülük ettiği İslam’a karşı “küresel savaş”la, bir yerden bağlantısı olduğu daha sonra ortaya çıkmıştı.

“Peki, aydınından marjinal örgüt ve cemaat temsilcilerine, siyasi ve askeri kişilerden sivil toplum kuruluşları temsilcilerine ve dini liderlere kadar yayılan bu aşağılama, yargılama, mahkûm etme kampanyası sadece Batı’nın İslam ve Müslümanlara karşı tarihsel husumetinden, toplumsal önyargı ve korkularından mı kaynaklanıyordu? Hayır! Çok sistemli bir çalışma başlatmışlardı ve Batı toplumu bu yönde yeniden eğitiliyordu, önce “entelektüel terörizm” olarak kendini hissettiren kampanya, sonra devlet terörizmi, ‘kitlesel kıyım’, söylemeye dilimiz varmasa da bir nevi ‘medeniyet’ savaşı olarak önümüzde bulunuyor.” diyen yandaş yazar, Erdoğan iktidarının İsrail’e sağladığı gizli avantajları ise nedense hep görmezden geliyordu.

“Filistin’i eritme politikası”yla ilgili aşağıdaki tespitlere birlikte göz atalım:

İlki 1996’da yapılan genel seçimlerin ardından İsrail işgali ve güvenlik sorunları nedeniyle defalarca ertelenen Filistin seçimleri on yıl sonra 25 Ocak 2006’da yapıldı. On yıl yönetimde bulunan el-Fetih’in; vaat ettiği milli birlik, bağımsızlık ve güvenliği sağlayamaması, yolsuzluk ve adam kayırmaların her geçen gün artması, Arafat’ın Kasım 2004’te vefat etmesinden sonra yerine güçlü bir ismin geçememesi ve İsrail’in Gazze’den çekilmesinin ardından sergilenen yönetim zafiyeti, Hamas’ın önünü açmıştı. Mart 2005’te İsrail’e karşı geçici ateşkes ilan edildiğinde siyasallaşacağının işaretlerini veren ve ilk kez katıldığı yerel seçimlerden büyük bir zaferle çıkan Hamas, yine ilk kez katıldığı genel seçimlerde %60 oranında oy almıştı. Seçim öncesinde yapılan anketlerde el-Fetih’in birkaç puan gerisinde görünen ve muhalefet partisi olması beklenen Hamas, 132 sandalyeli mecliste 76 milletvekilliğini kazanarak tek başına iktidar olmaya hak kazanmıştı. Seçimlere “parlak gelecek, Fetih’le gelecek” sloganıyla giren el-Fetih ise, 43 sandalyede kalmıştı. Her ne kadar seçimlerden büyük bir zaferle çıkmış olsa da, ABD, AB ve İsrail’in Hamas’ın yer alacağı bir Filistin Hükümetini tanımayacaklarını ilan etmeleri, Hamas’ı diğer partilerle birlikte milli birlik hükümeti kurmaya mecbur bırakmıştı. Ancak bu yöndeki çabalar sonuçsuz kalınca Hamas tek başına hükümet kurmak zorunda kalmıştı. Tek başına hükümet kuran Hamas, dört bir yandan kuşatılmıştı. Uluslararası ambargo ve tehditler had safhaya ulaşmıştı.

Oslo Anlaşması gereğince Filistin yönetimine her yıl iki milyar dolar civarında yardımda bulunan ABD ve AB, İsrail’i tanıma şartını yerine getirinceye kadar Hamas yönetimine mali yardım yapmayacaklarını ve Hamas yetkilileri ile görüşmeyeceklerini açıklamışlardı. Gerek İsrail ve ABD ile olan stratejik ilişkileri gerekse son seçimlerde halk desteğini artıran Müslüman Kardeşler’den çekinmesi nedeniyle Mısır ve Ürdün de, Hamas yetkilileri ile görüşmeye yanaşmamıştı. Arap ülkeleri, destek vermek şöyle dursun, 2002 yılında Beyrut’ta imzalanan anlaşma gereği, bu ülkelerin Filistin Hükümetine ödemeyi taahhüt ettikleri aylık 55 milyon doları dahi ödemiyorlardı. İsrail tarafından Filistin yönetimine aktarılan gümrük vergileri de kesilmişti. El-Fetih yönetiminden, 750 milyon dolar gibi, çok büyük bir borç devralan Hamas Hükümeti mali açıdan çok zor durumda kalmıştı.

Siyonistler, Hamas hazımsızlığını açığa vurmuşlardı.

Hamas Hükümeti uluslararası ambargo ve tehditlerle mücadele ederken, İsrail’in Filistin topraklarındaki saldırıları da devam ediyordu. İsrail askerleri, 9 Haziran 2006’da Gazze’de bir plajı tarayıp dördü çocuk sekiz piknikçiyi ve 13 Haziran’da roket atıp ikisi çocuk 11 kişiyi öldürmüştü. İsrail’in ardı ardına giriştiği bu katliamlar, 25 Haziran 2006’da bir İsrail askerinin (Gilad Şalit) kaçırılmasına sebep olmuştu. Bunun üzerine İsrail, Filistin topraklarında tutuklama furyasını başlatmıştı. Aralarında Maliye Bakanı Ömer Abdurrazık, Sosyal İşler Bakanı Fahri Turkman, Kudüs İşleri Bakanı Halid Ebu Arefe, Çalışma Bakanı Muhammed el-Berguti, Din İşleri Bakanı Nayif Recup, Planlama Bakanı Semir Ebu Iyşe, Esirler Bakanı Vasfi Kabha, Mahalli İdareler Bakanı İsa el-Cabiri’nin bulunduğu sekiz Bakan; Meclis Başkanı Aziz Salim Duveyik ve Meclis Genel Sekreteri Mahmud Remhi dâhil olmak üzere kırk beş milletvekili İsrail yönetimi tarafından tutuklanmıştı. Filistinli mahkûmları hep bir baskı aracı ve pazarlık unsuru olarak kullanan İsrail’in, sadece beş gün içerisinde tutukladığı Milletvekili, Bakan ve Belediye Başkanı sayısı sekseni aşmıştı.

İsrail kanunlarına göre “idari tutuklular” herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin tutuklanıp alıkonulan mahkûmlar statüsünde yer alıyordu. İngiliz mandasından bu yana devam eden bu uygulamaya göre İsrail, ‘şüpheli’ Filistinlileri istediği gibi tutukluyor, tutukluluk süresini keyfi olarak uzatıyor, düzmece mahkemelerde aldığı kararlar doğrultusunda yıllarca hapiste tutuyordu. Tutuklama gerekçeleri ise güvenlik nedeni ile ‘devlet sırrı’ kapsamına alınarak açıklanmıyordu. İsrail’in, güvenlik bahanesiyle; demokratik yollardan halkın büyük çoğunluğunun desteğini alan, Filistin Hükümeti ve Filistin Meclisi üyelerini tutuklamasındaki asıl amacı; Hamas Hükümeti’ni yıkmak, Filistin Meclisini işlevsiz hale getirmek ve böylelikle; hükümetin vaatlerini yerine getirmesine, halka hizmet etmesine fırsat vermemek, Filistin halkının hayat damarlarını kesmek, onları aşağılamak ve bütünlüğü engellemek amaçlıydı. Gazze’de gerçekleşen sivil katliamlar ve Filistinli üst düzey yöneticilerin tutuklamasının ardından Arap ülkeleri, İsrail’e gereken tepkiyi göstermek yerine; esir alınan İsrail askerinin derhal serbest bırakılması için Filistin Hükümetine uyarılarda bulunmuşlardı. İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışan Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan, Filistinlilerin yanında yer almaktansa, taraflar arasında arabuluculuk gibi anlaşılması zor bir role soyunmayı tercih etmiştiler. Tam da bu dönemde, Temmuz 2006’da, Mısır’ın başkenti Kahire’de gerçekleşen Arap Birliği Zirvesi’nin ardından konuşan Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın yaptığı, “Ortadoğu barış süreci öldü” açıklaması, aslında, Arap yönetimlerinin ölümünün ilanıydı.

Yapılan Kışkırtmalarla Hamas ve el Fetih kavgası başlatılmıştı.

Hamas Hükümeti, dışarıda ABD, AB ve İsrail ve içeride ise devraldıkları büyük borçların yanında, seçim sonuçlarını bir türlü kabullenemeyen el-Fetih yönetimi ile de mücadele etmek zorunda kalmıştı. El-Fetih Lideri ve Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, kulislerde sıkça konuşulan ‘gölge hükümet’ iddialarını doğrularcasına, çift başlı bir yönetim oluşturma yönünde her gün yeni bir icraatla Hamas yönetimini köşeye sıkıştırmak için elinden geleni yapmıştı. Bu meyanda, iç güvenlikten sorumlu birimlerin başına el-Fetih içerisinden kendisine yakın bir ismi getirerek İçişleri Bakanının yetkilerini kısıtlama yoluna giden Abbas, sınır ve geçiş noktalarının denetimini de üzerine almıştı. Hükümetin özel güvenlik birimi oluşturma kararını veto etmesi ise, bardağı taşıran son damla olmuştu. Abbas’ın bu icraatları, Hamas Hükümetinin başarısızlığı için ABD, AB, İsrail ve bazı Arap ülkelerinin yürüttüğü işbirlikçi kampanyaya el-Fetih’in de katıldığını resmen belgelemiş oluyordu.

14 Aralık 2006’da Filistin Başbakanı İsmail Heniye, Filistin Hükümeti ve halkına yönelik uygulanan ambargonun etkilerini bir parça hafifletecek mali yardımlarla Refah geçidinin Mısır tarafında Gazze’ye girmek için bekletilirken, elleri kenetlenmiş kaldırım üzerinde oturur şekilde eş-Şark el-Awsat gazetesi tarafından fotoğraflanmıştı. Bu fotoğraf tetikte bekleyen Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas için bulunmaz bir fırsat olmuştu. İki gün sonra, 16 Aralık günü, Mahmut Abbas Filistin siyasetinin içinde bulunduğu darboğazdan kurtulması için erken seçime gidilmesi gerektiğini açıklamıştı. Abbas’ın bu talebi Hamas tarafından reddedilmişti. Herhangi bir konuda bile ortak görüş açıklaması çok zor olan on Filistinli grup da Hamas’ın bu kararını desteklemişti. Öte yandan ABD, İngiltere ve İsrail’in Abbas’ın aldığı seçim kararına destek mesajları vermesi Filistinliler arasındaki imajının daha da sarsılmasına yol açıyordu.

Tek başına hükümette bulunan Hamas üzerindeki baskıları kırmak için milli birlik hükümeti arayışlarını devam ettirmişti. Sonuçta Hamas, el-Fetih ve çeşitli gruplar arasında aylar süren milli birlik kurma çabaları ve yer yer çatışmalarla neticelenen gerginlikler, yerini çok sayıda Filistinlinin öldüğü şiddetli çatışmalara bırakmıştı. Başbakan Heniye ve Filistin Dışişleri Bakanı Mahmud ez-Zahhar’a yönelik suikast girişimleri ve el-Fetih’e bağlı Filistin İstihbarat Örgütü şeflerinden Baha Beluşe’nin üç çocuğunun öldürülmesi gibi korkunç eylemler, karşılıklı yükselen tansiyonun esef verici sonucuydu.

İşgal altındaki toprakların, onlarca Filistinlinin ölümüne sebebiyet veren çatışmalara sahne olması, uluslararası arenada Filistin davasına duyulan saygının da yitirilmesine sebep olmuştu.

Böyle bir dönemde yaşanan olaylar sonrasında Başbakan Heniye’nin yaptığı bir konuşma ise oldukça yapıcıydı. Heniye, kanlı çarpışmalar, kaçırma olayları ve silahlanma yarışı karşısında takınılması gereken en doğru tutumun, diyalog çalışmalarını başlatıp sürdürmek olduğunun altını çizmişti. Bu açıklamanın ardından Mahmut Abbas’ın da milli birlik hükümeti kurma çalışmalarına yeniden başlanma kararı alması da tarafları teskin etmişti. Heniye’nin yapıcı yaklaşımları çok geçmeden meyvesini vermişti ve Şubat 2007’de Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın girişimleriyle Mekke’de bir araya gelen Hamas ve el-Fetih yetkilileri, milli birlik hükümeti kurulması yönünde anlaşmaya vardılar. Mekke’de varılan uzlaşma çerçevesinde uluslararası ambargoyu kırmak ve iç çatışmalara son vermek üzere kurulan milli birlik hükümetinde Dışişleri, İçişleri ve Maliye Bakanlıkları el-Fetih hareketine yakınlığı ile bilinen bağımsız milletvekillerine verilmişti. 17 Mart 2007’de Filistin Meclisinde yapılan güven oylamasına 87 milletvekili katılabilmişti. Zira Filistin Meclisinin üçte birinin de aralarında bulunduğu, birçok üst düzey yetkili halen İsrail hapishanelerinde tutuklu bulunuyordu.

Heniye’nin çabaları yeterli olmamıştı.

Ne var ki, Heniye’nin uzlaşı mesajları ve ulusal birlik hükümeti arayışları Filistinli tarafların birbirlerine silah doğrultmasını önlemeye yetmemişti. Hamas ve el-Fetih arasında yapılan ateşkeslerin sonuncusu da, 3 haftadan daha kısa bir sürede, 7 Haziran 2007’de sona ermişti. Daha önce Filistin Başbakanı İsmail Heniye’ye karşı düzenlenen suikast girişiminde parmağı olup olmadığı sorulduğunda “bu benim için şeref olurdu” cevabını veren el-Fetih’in askeri kanat sorumlusu Muhammed Dahlan’ın kışkırtmaları sonucu Hamas üyesi 15 kişinin öldürülmesi ve Heniye’nin ofisine ateş açılması, olayları daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu. Ve şiddetli çatışmalar devam ederken, Hamas Gazze Şeridi’nde kontrolü ele geçirmişti.

Bu sırada İsrail’in yüksek tirajlı gazetelerinden Haaretz’in “ABD yönetiminin Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile Hamas’ı iktidardan düşürmek için ortak bir plân üzerinde anlaştıkları” haberi sonrasında Mahmut Abbas; Hamas’ı darbe girişiminde bulunmakla suçlayarak, milli birlik hükümetini feshetmiş ve hem Gazze’de hem de Batı Şeria’da olağanüstü hâl ilan etmişti. Maliye Bakanı Selam Feyyad’ı Başbakan olarak atayarak, derhal bir kabine oluşturmasını istemişti. ABD, Rusya, AB ve BM, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’a tam destek mesajı vermişlerdi. Doğal olarak, Hamas bu kararı tanımayarak, İsmail Heniye’nin görevinin başında olduğunu belirtmişti. Gazze’de kontrolü ele geçiren Hamas, ABD ve İngiltere tarafından inşa edilen, Filistin istihbaratı karargâhında, İsrail’in ‘Yüzyılın Felaketi’ ifadesini kullandığı, binlerce gizli belgeyi ele geçirmişti. Bu belgeler; İsrail’in yabancı istihbaratlar ile ortak operasyonlarını, İsrail’le ortak çalışan işbirlikçilerin isimlerini, kara para ve silah transferi ile ilgili bilgileri ihtiva ediyordu. Hamas’ın askeri kanadı Şehid İzzeddin Kassam Tugayları’nın açıkladıkları ilk belgelere göre; Filistin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas’ın ‘sağ kolu’ olarak görülen Muhammed Dahlan’ın, MOSSAD ile birlikte Filistin’in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın öldürülmesinde rol aldığı ortaya çıkmıştı. Böylelikle Hamas’ın ele geçirdiği bu bilgi ve belgelerin, İran, Hizbullah ve Suriye’ye ulaşmasından korkan ve Mısır yönetiminden bu belgelere derhal el konulması için yardımcı olmasını talep eden İsrail’in, ‘Yüzyılın Felaketi’ derken ne demek istediği de anlaşılmış oluyordu.

Ele geçirilen belgeler ve sonrasında yaşananlar, Gazze’de yaşananların “El-Fetih ve Hamas arasındaki kardeş kavgası” olmadığı, aksine, Filistinli direnişçiler ile İsrail ve işbirlikçileri arasındaki mücadeleden ibaret olduğu anlaşılmıştı.

Elbette tüm El-Fetih üyeleri Mahmut Abbas ya da Muhammed Dahlan gibi düşünmüyorlardı. El-Fetih’in insaf sahibi akl-ı selim üyeleri vicdanlarının sesine kulak vererek Mahmud Abbas ve ekibine isyan bayrağı açtılar. İlk isyan bayrağını Gazze’de Halit Ebu Hilal açtı ve bini aşkın El-Fetih üyesinin önünde ‘Fethu’l Yasir’i, -Yaser Arafat’ın yolundaki El-Fetih’i- kurduğunu ilan etti. Arkasından El-Fetih Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Hani El-Hasen, işbirlikçi ve darbeci ‘Dahlan çetesini’ eleştirdi ve Hamas’a karşı çatışmalara katılmadıklarını açıklamıştı. Ancak İsrail yönetimi her zaman olduğu gibi olanlardan hiç ders almışa benzemiyordu. Muhammed Dahlan ve adamlarının deniz yoluyla Gazze’den Mısır’ın El-Ariş bölgesine kaçmasını sağlayan İsrail, El-Fetih’i Hamas’a karşı daha güçlü konuma getirmek için, Ortadoğu’nun en büyük silah sevkiyatını yapıyordu. İsrail, Mısır ve Ürdün üzerinden naklettiği 1000 (bin) M-16 silahı Mahmut Abbas yönetimindeki el-Fetih’e teslim ediyordu. İsrail, Mahmut Abbas ile gizliden gizliye yaptıkları görüşmeler vasıtasıyla ‘Yeni Oslo Anlaşması’nın kilometre taşlarını döşemişti. Mahmud Abbas, İsrail için kesin bir kazanım, Filistin’i savunanlar için ise, tam bir vebal olan Oslo tecrübesi yeniden tekrarlanıyordu. Bu sayede, Sınırlar, Kudüs, mülteciler, toprak değişimi, Batı Yakası ve İsrail arasındaki güvenlik şeridi ve İsrail ile Filistin devleti arasındaki ilişkinin tabiatı konularının büyük bir kısmı üzerinde karşılıklı anlaşma sağlanıyordu. Geriye kalan konuların nasıl sonuca bağlanacağı ile ilgili görüşmeler ise devam edip duruyordu.

Mahmud Abbas, basit hesaplar yapıyordu!

İsrail’in Yediot Ahranot gazetesi, 16 Ağustos 2007 tarihinde yayınladığı bir raporla, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Ehud Olmert arasında devam eden gizli görüşmelerin varlığını gün yüzüne çıkarmıştı. Yapılan görüşmeler esnasında İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’tan o kadar memnun kalmış ki, Amerikan heyeti önünde bakın neler söylemişti: “Oslo anlaşmalarından sonra, Filistin yönetimiyle yürütülen diyalogların başından itibaren, mevcut durumu gerçekten değiştirmeye azmeden ve İsrail ile fiilen barış isteyen ilk Filistinli lider. Filistin Devlet Başkanıyla bir anlaşmaya varmak üzereyiz. Mahmut Abbas da bu anlaşmayı referandum için Filistin halkına sunacak. Ancak Olmert’in bir de şartı var: Olmert gizli görüşmelerde Hamas hareketinin, oyunun dışında kalmasını şart koşuyor. Aynı şekilde Olmert, Mahmud Abbas’ın Hamas’ın da katılımıyla ‘Filistin Milli Birlik Hükümeti’ kurması durumunda, onunla yardımlaşmayı keseceği” tehdidinde bulunmuşlardı.

Amerikan yönetimi de iki taraf arasında bir anlaşma sağlanması konusunda oldukça acele ediyordu. Yapılacak bir anlaşma ile gerilemiş durumdaki Bush da durumdan bir üstünlük elde etmeyi hesaplıyordu. Bush, anlaşmanın sağlanmasıyla, bölgedeki durumun sakinleşeceğini ve Amerikan yönetiminin İran meselesiyle ilgilenmeye fırsat bulacağını ümit ediyordu.

Filistin tarafında da, bir anlaşmaya varmak yönünde hızlı bir hazırlık vardı. Gün geçtikçe halk desteğini yitiren Abbas, süreci hızlandırmak için; Hamas’ı Filistin’in siyasi sahnesinden çıkarmayı ve bir sonraki aşamada Hamas mensuplarının Filistin kurumlarında temsil edilmelerini engellemeyi hedefliyordu. Bu doğrultuda direnişi tamamen tasfiye etmeye çalışıyordu. Zaten Ramallah’taki hükümetin başı Selam Feyyaz da silahlı direnişi, hükümetlerinin programından çıkarmıştı. Feyyaz, direnişi hedef almaktan da geri durmuyor; ve direnişi ‘silahlı gerillalık’ olarak niteliyor ve barışın sağlanmasının önündeki bir engel olarak kabul ediyordu. Belki de böyle bir şey tarihte ilk kez oluyordu; işgal edilmiş bir ülkedeki bir başbakan, milli direniş hakkında ‘silahlı gerillalık’ tabirini kullanıyordu. Feyyaz hükümeti aynı zamanda direnişçileri, İsrail yönetiminin peşlerini bırakması karşılığında, silahlarını bırakmaya ve işgale başkaldırmamayı garanti etmeye teşvik ediyordu. Bir başka ifadeyle fayda getirmeyecek boş ve saçma şeylerle vakit kaybetme silsilesi devam etmekteydi. Bazı İsrailli yazarlar da sözü edilen anlaşmanın gerçekleştirilmesi imkânını şüpheyle karşılıyorlardı. Nitekim İsrail’in önde gelen yorumcularından Nahum Bernea: “Olmert’in konumu sarsılmış durumda. (Lübnan hezimetini araştırmak için kurulan) Winograd Komisyonu, hazırladığı raporda Olmert hükümetinin kusurlu olduğunu belirtti. Aynı şekilde Filistin başkanı Mahmud Abbas’ın yegâne gücü de zayıf oluşunda gizlidir. İşte bu vasıflardaki iki lider, nihai ilkelere ilişkin bir anlaşma sağlamaktan acizdir.” açıklaması dikkatlerden kaçmıyordu.

Dönemin İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in, Abbas’ın son derece zayıf bir durumda oluşundan yararlanarak, ilan edilecek ilkeler konusunda mümkün olacak en fazla tavizi koparmaya çalıştığı kesindi. Bu aşikâr durum karşısında Mahmud Abbas; bir taraftan Hamas ile yapacağı görüşmelerle Filistin tarafının elini güçlendirip, diğer taraftan da açık bir şekilde İsrail’in planlarına ve zulümlerine karşı koymaya çalışması gerekirken, o tamamen tersini yapıyordu. Yani bir taraftan Filistin dosyasını kapatmak için İsrail ile gizli görüşmelere başlarken, diğer taraftan da Hamas’a karşı açıktan savaş ilan ediyordu. Sanırım gelinen nokta itibariyle söylenecek tek bir cümle vardı: Lütfen artık birileri Mahmut Abbas’a işgalci ve eli kanlı olanın; Hamas değil, İsrail olduğunu hatırlatsın.[2] diyen yazarımız önemli bir gerçeğe tercümanlık yapıyordu.

120 milyar dolarlık cinayet piyasası oluşturuluyordu.

“Blackwater”, bir güvenlik şirketidir. ABD Başkan yardımcısı Cheney’nin yakınlarına mensuptur. Dünyadaki en önemli paralı asker şirketlerinden biridir. 2007’de Irak’ta 20 sivili katletmiştir. Ardından kirli işleri ortaya dökülmeye başlamıştı. Öyle ki, PKK’ya verilen Amerikan silahlarının bu şirket/örgüt üzerinden verildiği iddiaları hâlâ tartışılıyordu. Bu şirketler Irak’taki işgalin en önemli gücünü oluşturuyordu. Katliamlar yapıyor, infazlar yapıyor, iç savaşlar çıkarıyor, zenginlikleri yağmalıyor, Ebu Gureyb’de olduğu gibi işkenceler yapıyor, hapishaneler ve esir kampları işletiyordu. Sadece Irak’ta değil, Türkiye dâhil dünyanın birçok ülkesinde gizli-kirli işler yürütüyorlardı. Savaş bölgelerindeki kimyasal silah atıklarını temizliyorlardı. Tabii petrol kuyularını, patronları, şirketleri de koruyorlardı. Bunları yaparken hiçbir hukuki sorumlulukları yoktu… Güç ve kandan beslenen bir endüstriydi. Kötü ününü gizlemek için 2009 yılında adını Xe Services olarak, 2011 yılında ise Academi olarak değiştirmişti. Peki ABD İran’a saldıracak mıydı? Zbigniew Brzezinsky, 2007’de CNN’deki söyleşisinde ABD’nin İran’a saldırıya hazırlandığını söylemişti. Bu tezini daha önce de birkaç kez dile getirmişti. Ona göre, Bush ve Cheney, İran’a saldırı için ortamı ısıtıyor ve hazırlıyordu. Şu anki ortam, Irak savaşının hemen öncesindeki şartlara benziyordu.

ABD dış politikasını, Sion Büyüklerinin Protokolleri belirliyordu

Amerikan dış politikasını derinden sarsacak bir kitap yayımlanmıştı. 03/09/2007 06:53 John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt’ın yazdığı kitap “The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy (İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası)” adını taşıyordu. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile ilişkilerimiz, bu arada Ermeni yasa tasarısının İsrail lobisince neden desteklendiği, Irak savaşının neden başlatıldığı gibi konuları anlayabilmek için kitabın mutlaka okunması gerekiyordu. Hatta, Dışişleri Bakanımızın (2007-2009 Ali Babacan) bu kitabı bir an önce edinip ilk iş olarak okuması lazımdı. Burada anlatılanlar bu kitapta açıklanan bilgilere dayanıyordu. İsrail lobisini eleştirmek, ABD’de neredeyse tabu sayılıyordu. Ancak, ABD dış politikasında son yıllarda yapılanların stratejik ve ahlâki bir açıklamasını yapmanın güçlüğü, lobi faaliyetlerinin gözden geçirilmesi ihtiyacını doğurmuştu. Kitaba göre, son hatalar, ABD’nin müttefikleriyle olan ilişkilerini bozduğu gibi, küresel terör tehdidini de artırmıştı.

Irak savaşı fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Burada uygulanan ABD politikaları hem kendisini hem de başkalarını büyük zararlara uğratmıştı. İsrail-Filistin sorunu çözülememişti. Hamas ve El-Fetih (Fatah) Filistin’i ele geçirmeye çalışıyordu. Lübnan’daki Hizbullah sorunu devam ediyordu. İran’ın nükleer bomba yapma çalışmaları sürüyordu. El-Kaide’nin faaliyetleri önlenememişti. Sanayileşmiş ülke ekonomileri hâlâ büyük ölçüde, Körfez’den çıkan petrole bağlıydı. Gazeteci Michael Massing, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler dâhil ABD Kongresinin yarısından fazlasının, İsrail lobisinin destekledikleri arasından seçilmiş olduğunu açıklamıştı. ABD dış politikasını büyük ölçüde İsrail lobisi şekillendiriyordu. Ama, yapılan hatalar İsrail’e de zarar veriyordu. Amerikalıların İsrail lobisi hakkında ileri geri konuşmaları zordu. Ama, dünyayı yeniden şekillendirmeyi öneren Protokols of Elders of Zion’un (Sion Büyüklerinin Protokolleri) kabalist görüşlerinin ABD dış politikasını şekillendirdiği konuşuluyordu. ABD’de, Musevilerin bankaları, medyayı ve diğer anahtar kurumları kontrol etmeleri sonucu, araştırmacı ilaç firmalarının, sendikaların, silah üreticilerinin lobi faaliyetleri tartışılabilirken, İsrail lobisi tartışılamıyordu.[3]

Bu arada asla unutulmasın ki AB de bir Siyonist planıydı: AB, bizi sadece haritadan mı çıkarmıştı?

Bu haber, 2007 Eylül ayında önce gazetelerin internet sitelerine düşmüştü. AB’nin 2008 yılında hazırlatıp piyasaya sürdüğü yeni madeni avroların arka yüzündeki Avrupa haritasından Türkiye çıkarılmıştı. Daha sonra gazetelerin basılı nüshalarında da yer almıştı. Haritada Kıbrıs adası Rum Cumhuriyeti olarak ve olması gereken yerin epeyce batısına taşınmıştı. Bunu adanın coğrafyasına uygulayacak olursak, Kıbrıs 600 kilometre batıya Girit adasına doğru kaydırılmış oluyordu. Demek ki, Avrupalılar bir ülkeyi haritalarında görmek isterlerse böyle de yapabiliyorlardı. Hadi, diyelim ki, Kıbrıs Rum Kesimi AB üyesidir ve dolayısıyla AB haritasında mutlaka yer alması lazımdır. Ama Balkanlarda AB üyesi olmayan ülkeler de haritaya girmişti. Dahası AB üyesi olmadığı gibi, AB ile şu anda herhangi bir alâkası olmayan Beyaz Rusya gibiler de haritada vardı ama Türkiye yoktu.

Neden böyle olduğunu soranlara AB yetkilileri, eğer Türkiye AB’ye girecek olursa, o zaman nasıl olsa harita da değişir anlamına gelen laflar etmişlerdi. Ama bu sözler AB üyesi olmadığı gibi, AB ile halihazırda müzakere dahi etmeyen ve dahi aday ülke sıfatı bile elde etmemiş Balkan ülkeleri ile Beyaz Rusya gibi yarı otoriter bir rejim altındaki ülkenin neden haritada olduğunu izah edemezdi… Aslında bu harita AB’nin ‘Avrupalılık’ adına geliştirdiği kültürel coğrafyanın hatlarını gösteriyordu. Avrupalıların ısrarla üzerinde durdukları kavramlardan biri olan kültür birliği veya kültür ayrılığı kavramları bu haritayı belirliyordu. Siyasi ifadelerle söylemek gerekirse, AB zamanla Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın da dahil olduğu coğrafyayı bünyesine katmak istiyordu. Ama Türkiye’yi dışlıyordu!..

 

 

 


[1] (a.a)

[2] 04.09.2007 / Milli Gazete / Ayhan Demir

[3] 03.09.2007 / Yaman Törüner / Milliyet

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Necati AKGÜL

Necati AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx